31 Aralık 2008 Çarşamba

Çubuklu vs. Parçalı


Beklediğim üzere Galatasaray'lılar kendilerince ayar vermeye başlamışlar, hafta sonu Ülker'le oynuyoruz falan diye. ''Komik'' deyip geçilebilecek hafiflikte değil acı verici bir yaklaşım. Geçen yıl takımlarını basketbol liginin şampiyonu diye selamlamışlardı bir pankartla. Uzunca süre çözemedim o pankarttaki şiarın içierisinde gizli, derin anlamı.
Müessese takımları Efes ve Ülker'in final oynadığı sezonda yarı finale kalan tek kulüp takımı kendileri olduğu içinmiş. Finaldeki Ülker, Fenerbahçe Ülker'miş. Bir şirket isminin Fenerbahçe'nin önüne veya arkasına eklemlenmesi feci halde yaralıyıcıdır. Hele de o şirket basketbola yatırım yaptığı ilk yıllarda 94-95 sezonunda federasyona yatırımlarımızı keseriz tehditleriyle, boş tribünlere final maçı oynatma pahasına Fenerbahçe taraftarlarını salona almama çiğliğiyle şampiyonluğumuzu elimizden alan, basketbolun adil, çalışanın, hakedenin kazanacağı bir oyun olduğu inancımızı derinden sarsan bir markaysa.
Ama bu güya ayarcı arkadaşların kendi kapılarının önündeki pisliği süpürme sorumluluğu duymadan bizm kapımızın önündeki enkazla uğraşmaları artık cidden patolojik bir hal aldı. Kendi cafe crownlukları bizim ülkerliğimizden bir sezon öncesine dayanır ki, taraftarlığın, takım sevgisinin ciddi yatırımlar sonrası elde edilen başarılarla taçlanan bir gurur olmadığını çok iyi bilen Fenerbahçe'liler tarafından bile acı vericiydi bu gelişme. Bu gerçeği es geçip ''şampiyon olan Ülkerdi'', ''bu hafta Ülker'le oynuyoruz'' çiğlikleriyle olaya yaklaşmak hem ayıp hem düşündürücü. Konu Fenerbahçe olunca aklı selim düşünemeyen bünyeler olsa olsa büyük sponsorun aslan payını onlara değil bize vermesinden dolayı haset duyuyorlar. Bu aslan payını almaktan gururlandığımız düşünülmesin aksine Fenerbahçe'ye Ülker deme çiğliğindeki Galatasaray'lılar kadar, bizim stadımız modern ve şaşalı diye Galatasaray'ın stadına baraka, çöplük deme terbiyesizliğini gösteren Fenerbahçe'lilere, Galatasaray'la farklılıklarımızın kulübün ekonomik durumu olduğunu sanan başarı dönemi taraftarlarına da karşıyız.
Bizim için Fenerbahçe isminin önüne arkasına bir firma isminin eklemlenmesi kadar Galatasaray ismine eklemlenmesi de acı vericidir. Endüstriyelleşen sporun kulüp değerlerine, taraftarlık kültürüne vurduğu darbeler bizim kafamızda zonkladığı gibi rakiplerimizin kafasında zonklayınca da üzülüyoruz.
Ama aynı tavrı Galatasaray'lılardan beklemek sanırım boş bir hayal.

26 Aralık 2008 Cuma

Unutulmayanlar Vol. 1 : Pete Williams & Larry Richard


Bu ikiliyi birlikte anmak lazım derken salsabasket in bloğunda güzel bir yazıya rastladım. Ellerine sağlık. Buradan ulaşabilirsiniz o güzel yazıya. Yazısında linkini verdiği Yiğiter Uluğ'un yazısı da aslında bu ikili hakkında zihnimde, belleğimde duranların birçoğunu kapsıyor.
Yine de bir iki kelam etmek lazım bu ikili hakkında. He, ikili derken bu arkadaşlar sıkı kanki olarak geldikleri memleketimizde hiç takım arkadaşı olmadılar o ayrı.
Williams'ın gelişini çok net hatırlıyorum. Küçük bir haber okumuştum -sanırım Güneş gazetesiydi- ''örümcek adam Fenerbahçe'de '' başlığı altında Pete'nin gözlerimize bayram yaptıracağını muştulayan potaya asılmış bir fotoğrafı eşliğinde. Yılların şampiyonluk özlemine son verecek bir kadro atılımının ilk ayak sesleriydi bu haber.
Bir nevi dream team kurulmuştu. Dream team derken yanlış anlamayın, dream 5 demek daha doğru olur. O zamanlar memleket basketbolunda öyle 12 kişilik ( zaten kadrolar 12 değil 10 kişilikti ) rotasyon falan hak getire. İlk 5 başlayanlar 40 dakikanın en az 30'unda sahada kalırdı. Benchten 1-2 kişi arada sahaya girerler onlar da en fazla savunma yaparlar, rakibin çok sayı atan adamını yıpratırlar falan.
Bizim 1986-87 sezonu kadrosunun dream 5'i de Aliço, Fatih Özal, Erman Kunter, Ferhat Oktay ve Örümcek Pete Williams'tan oluşuyordu işte. Spor serginin kalaslardan müteşekkil, süspansiyonlu tribünleri sezon boyunca tozlu parkeleri cilalayan bu harika 5'linin tempolu, gözlere basketbol ziyafeti veren kadronun hareketleriyle hop oturdu, hop kalktı. Erman'ın 153 sayılık oha dedirten sayı rekoru da bu sezonun son maçına denk gelir.
Neyse, ''20 yıllık bu çile bitsin artık bu sene'' diye inlettiğimiz spor sergide en güzel anılarımız arasında Pete Williams'ın o yay gibi gerili vücudunun topu eline aldığı anda okun yaydan fırlaması gibi parkeden havalanıp potaya asıldığı enstantaneler baş köşededir. Pek görmeye alışık olmadığımız türden çift elle ters smaçlarda çocuk oyuncağıydı onun için.
Pek uzun bir oyuncu değildi bizim spider. 2.00 metre civarı, şimdinin pivotları için hayli ince bir yapıdaydı ayrıca. Onu hayranlıkla izlerken Eczacıbaşı efsanesi henüz başlamamış ama Tamer Oyguç'ların, Orhun'ların henüz bıyıklarının yeni terlediği o günler alttan alta Eczacı efsanesinin mayalandığı günlerdi. Bizim Pete'in Amerika'daki kankisi Larry Richard'da işte o Eczacıbaşı'nın genç, mütevazi kadrosunda yer buluvermişti, sanırım ligimizin en ucuz yabancısıydı o sezon ama en faydalılarından biriydi aynı zamanda.
Normal sezonu Pete Williams'lı Fenerbahçe lider bitirirken örümcek adamın kankisi Richard'ın Eczacıbaşı'sı nefes nefese ancak 7. olarak kalabilmişti play-off lara, aslında bu sonucun bile onlar için başarı olduğu söylenebilirdi.
Bu ikili için hayli ilginç bir sezon oluyordu aslında şampiyonluğun mutlak favorisi olan Fenerbahçe'nin Pete Williams'ı play-off lar başlayıpta yoğun maç trafiğine girince aksamaya başlamış, zirve için pek toy olan Richard ve arkadaşları Galatasaray'ı geçip sezon öncesi ancak rüyalarında görebilecekleri finallere adlarını yazdırmışlardı.
Fenerbahçe'nin kadrosu derin değil Erman ve Williams'tan başka silahı yok, plaf-off larda sert ve yoğun maç trfiğinde zorlanacaklar diyenler haklı çıkıyor gibiydi. Önce bu güne dek tanıdığım en iyi yerli guardlardan birisi olan Necati ve Levent Topsakal önderliğindeki İ.T.Ü'yü zar zor geçip yarı finale kalmıştı. Harika bir açık alan oyuncusu olarak Fenerbahçe basketbol sevdalılarına sezon boyunca unutulmaz hazlar yaşatan Pete insan azmanı gerçek bir pivot karşısında 3 günde bir maça çıkınca teklemeye başlamıştı.
Yarı finalde spor sergi tarihinin en uğursuz en hüzünlü anı yaşanacaktı, hayli geniş bir kadroya sahip olan Çukurova, memleket topraklarına teşrif etmiş ilk NBA şampiyonluğu yüzüğüne sahip adam Lary Sprigs'in son saniyede orta sahadan sallayıp, panyaya çarptırıp soktuğu 3 lükle hayatımızın en büyük travmasını yaşattı bize. O günü yaşamayanlara şöyle söyliyeyim 2006'da Denizli'de 90 dakika içinde yaşanan travmanın topun Spriggs'in elinden çıkıp panyaya toslayıp, filenin içinden süzülüşü sırasında geçen 2-3 saniye içinde yaşanmasıydı.
Ne spor serginin tahta kalaslardan oluşan tribünlerine yığılıp kalan, etrafa şaşkın şaşkın bakan bizler ne de bizle aynı şoku yaşayıp gözyaşlarına boğulan Pete Williams ve arkadaşları olup biteni anlayamamıştı. Kader bu ya; İki kankiden yıldız olanı Pete Williams'ın sezon sonunda şampiyonluk kupasını kaldıracağına kesin gözüyle bakılırken kimsenin adını sanını bilmediği, Pete Williams sayesinde Türkiye'ye gelen ve hayli mütevazi bir ücret alan Richard Eczacıbaşı'yla birlikte şampiyon oluyordu.
Önce Galatasaray sonra Çukurova'yı elemeleri şaka gibiydi ama yıllarca basketbol salonlarında fırtına gibi esen harika kadronun ilk sahne aldığı sezondu o. Richard tam da o kadroya uyumlu bir oyuncuydu.
Williams gibi spektaküler hareketleri olan bir oyuncu değildi. O da 2.00 metre civarında Pete'dan az biraz daha kalıplı onun kadar atletik olmasa da, çabuk ayaklara sahip ama Pete 'den daha iyi pivot hareketleri yapabilen bir oyuncuydu. Garip bir şut stili vardı, topu göğsünden çıkartıp potaya doğru gönderirken bir disk atıcı seyrediyor gibi olurdunuz.
Bu ikilinin Türkiye'deki ilk sezonları Fenerbahçe için böyle uğursuz bir anla noktalanınca ta ki 90-91 sezonuna dek ne Williams'ın smaçları, blokları ne de Fenerbahçe basketbolu yüreğimizdeki acıyı dindirebilmiş değildi.
Ve bu iki kankinin yolu o sezonun finallerinde bir kez daha kesişti. 20 yıllık çilenin bu kez sonlanacağından emin olarak Bursa'da kazanıp, İstanbul'da kaybettiğimiz serinin devamı için Akdeniz yollarına düşmüştük. Kankiler bu kez finalde karşı karşıyaydı ama bizim adamımız bu kezPete değil Larry Richard olacaktı. Levent Topsakal, Hüsnü, Ferhat Oktay, Altobelli Can, Richard'lı kadro Efe'li Williams'lı Tofaş'a karşı.
Körfez savaşı sebebiyle tüm Amerikalı'lar ülkeyi terkederken bu ikili iş ahlakları gereği kendilerine güvenen ve seven basketbol sevdalılarını kırmamış, bizleri terketmemişlerdi.
Garip bir tesadüf dananın kuyruğunun kopacağı maç öncesi her iki oyuncununda sahaya çıkabileceği hala meçhuldü. Williams'ın fıtığı Richard'ın kan şekeri başa bela olmuştu hatta Antalya'da hayatımda gördüğüm en boğucu ve sıcak atmosfere sahip spor salonunda işkence görürcesine maçı beklerken, sabah gazetelerde okuduğumuz Richard'ın sarılık olduğu ve sürekli serum yüklemesi yapıldığı büyük ihtimalle de final maçında oynayamayacağı haberinin doğruluk payını hala bilemiyorduk. Bu bir yıkım olurdu zira Richard her maçta 40 dk boyunca oynayan alternatifsiz bir koca yürekli pivottu. Onsuz maç kazanmamız hele de bu maç Tofaş'la oynanıyorsa pek mümkün değildi.
Neyse ki sahaya çıkan müfreze Richard'tan yoksun değildi ama tüm maç boyunca bitkin hali sebebiyle ne o etkili olabilmiş ne de artık Tofaş'ın umudu olan Williams maç boyunca kasığını tutmaktan, her zıplayışında acıyla kıvranmaktan maça kendini verebilmişti.
Hüsnü'nün bulduğu yerden salladığı 3 lüklerle kazandık.
Maç sonunda iki yakın arkadaş savaştan sağ kurtulmuş gaziler gibiydi. Ayakta duracak hali olmayan Richard'ında her adım atışını azaba çeviren sakatlığına rağmen formasının hakkını veren Williams'ında sporcu ahlaklarının ''profesyonel oyuncuyum'' klişesinden öte anlamlarla yüklü olduğunu bir kez daha anlamıştık o gün.

25 Aralık 2008 Perşembe

Zaman Makinası


Kolej basketbolunun gizli silahı

Efsanelerin yolu kesişir mi ?

İki NBA efsanesinin ismi birlikte anılıyor. Ama Celtics'liler pek bir olasılık vermiyormuş bu transfere.
NBA tarihinin en iyi savunmacı uzunlarından olan, çok pis blok yapan ve şu anda free agent durumundaki Dikembe Mutombo'yu Afrika'nın en ızdıraplı bölgeleinden birisi olan ülkesi Kongo'da yaşayan insanların sağlık, yaşam ve eğitimleri için gösterdiği çaba içinde severiz.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Banvit - Fenerbahçe

Şaşırtıcı bir istatistikti % 75 üçlük isabeti, ama Fenerbahçe'nin Banvit gibi zor bir deplasmanda henüz maçı 2. periyotta kopartıp almasını sadece bu olağandışı istatistikle açıklamak pek mümkün değil.

Banvit artık klasiği haline geldiği gibi tempolu hücum eden, hücum süresini sonuna dek kullanmayı aklından bile geçirmeyen, bol dış şut atan bir hücum anlayışıyla oynamak yerine düşük tempoyla oynayıp, Lance Williams'ı içerden kullanarak, garanti sayılar bulmaya çabalayınca beklendiği gibi olmayan bir oyun çıktı ortaya.

Ligin en heyecan verici takımlarından Banvit özellikle sahasında çuvalyüküyle dış şut atıp yine çuval yüküyle sayı bulup önemli rakiplerini yenebilmişti. Sürpriz bir oyunplanıyla çıktılar sahaya bu kez.

Mesela eline ayağına kelepçe vursan, topu rakip sahaya geçirir geçirmez şut atmaktan alıkoyamıyacağın, ligin en sağı solu belli olmaz oyunkurucularından Crispin devrenin bitmesine 40 saniye kala henüz 2 sayıdaydı ve çok az şut kullanmamıştı. Bakmayın yine 20 li sayılara ulaştığına maç artık biterken Can Maxim'in savunması karşısında attı o sayıların çoğunu.

Tabii, Fenerbahçe'nin hücumlarını verimli kullanması da Banvit'in alıştığımız hızlı hücuma dayalı oyununu sergileyememesinde önemli etken ama Selçuk hocanın o bildiğimiz yüksek tempo yerine, sette olabildiğince top çevirip, özellikle içeriye ve özellikle de Williams'a top geçirilmesini tahtaya yazdığı da açıktı.

Bu sürpriz taktiğe rağmen rahat kazandı Fenerbahçe. Maç içinde dozajı iyice artan ve rakibi atamadıkça inançsızlığa sürükleyen sert ve hareketli alan savunması Badalona maçında olduğu gibi yine rakibe hayatı zindan ederken, rakibin alan savunmasına karşı Badalona maçının harika fikri olan ; çok iyi oyun görüşü olan Oğuz'u yüksek postta kullanmak akla gelince maç çözüldü.

Selçuk hocayı çok tutarım, oynattığı tempolu oyun yarattığı koşan, atan takım Bandırma'da basketbolun bu kadar çok sevilmesine önemli katkılar koyuyor bence. Fenerbahçe'yi bu şekilde yenemeyeceğini düşünüp 1 maçlık ara verdi tempolu oyuna ama bu sürpriz Fenerbahçe'den çok kendi takımının aklını karıştırıp ritmini bozdu.

18 Aralık 2008 Perşembe

Teşekkürler Sito Alonso


Aklı başında bir coach, kadrosundaki diğer 11 oyuncunun tamamı oyun dışında kalmadıysa eğer Sonseca'nın topu karşı alana geçirmesine izin vermezdi. 2. periyotta, Joventut bir ara öylesine bir dağınıklık, bilinçsizlik içerisindeydi ki, bırakın basketbol aklıyla top kullanmayı, kafası kesilmiş tavuklar gibi parkenin üzerinde bilinçsizce koşturuyorlardı. İşte o sıralarda 2.12'lik, dripling özürlü pivotları Sonseca anlaşılmaz bir panik halinde topu karşı alana taşımaya çabalarken bir başka gürbüz oğlan 2.10 luk Oğuz'a sahanın ortasında hücum faul yapıverdi. İki takımın pivotunun hava atışı haricinde sahanın bu bölgesinde karşı karşıya gelişi nereden bakılırsa acayip bir durumdu ve Badalona'nın hiç alışık olmadığımız bu panik ve ne yaptığını bilmez halini görünce bu maçın artık geri dönülmez biçimde lehimize döndüğünü, işin burada bittiğini anladım.

Hayli istekli ve yürekli başladık. Son 2 sezonda TBL finallerindeki rakibe kan işeten hırsta ve kararlılıkta oynadığımız oyunları hatırladım. Her topa el sokma gayretinde, potasına şut atılmasını bırakın, göz ucuyla bakılmasını yasaklayan cürette bir savunma direnci, kaçırılan atışların ribauntlarını almak için müthiş bir gayret, savunma ribauntlarında ikirciksiz, mutlak egemenlik ve elbette ışık hızıyla karşı alana geçip, kolay sayılar bulma...

Mensah-Bonsu gitmiş bir de Norel eksik. Bu durumda pota altında sorun yaşayacakları kesindi. Sonseca'nın erkenden 3 lemesi de ekmeğimize yağ sürdü ama asıl piyango 2. periyot boyunca pivotsuz oynamayı seçmeleriydi. Sonrasında gitgide büyüyecek olan fark işte bu kritik coach kararı sonrası açıldı. Belki de Jagla gibi dış şutu iyi uzunların çuvalla sayı atıp savunmamızı çökerticeğini düşündü ama dakikalarca sayı bulamayan hep süre biterken panik atışların sonunda fast-breakleri yiyen Joventut coachunun soruna çare bulamayışı yılbaşı piyangosu gibi oldu bizim için.

3. periyot başlarında hayli korktuk aslında, klasik soyunma odası dönüşü uyku hali sendromu hücumda başgösterince, azıcık da kımıldayan Joventut farkı eritir mi acaba diye kuşkular uyandı ama alan savunmasına karşı bu kez şuursuzca hücum etmedik. Oğuz'u yüksek postta kullanıp onun etrafında şekillenen setler alan savunmasının dengesini bozdu Oğuz'un topu eline aldığında sadece pota altına değil oyunun tümüne hakim olabilen bir basketbol aklına ve saha görüşüne hakim olması bu oyuncunun yaşıtı pivotlarda pek görünmeyen harika bir özelliğidir. Onunla birlikte içeri gömülen savunmaları cezalandıracak dış oyunculara asistleride çok iyi yapar. Bu özelliklerini nihayet kullanmayı düşünüp, şuursuzca top çevirmekten kurtulmamız bir başka sevindirici olay.

Preldziç ve Ömer Onan'ın müthiş istekli oyunları ayrıca övgüyü hakediyor.

Tribünlere özgürlük


3-5 çapulcuya pabuç bırakılmaz basitliğiyle bu soruna yaklaşanlar olabilir. Modern stad, iyi takım, pahalı eğlence onun için bedelini ödeyebilenlerce ulaşılabilir olmalı diyenlerde. Ama takım tutmanın mantıksız ve karşılıksız bir sevda olduğu fikriyatı eskilerde kalmadı diyenler hala tribünlerde yaşam savaşı veriyorlar.
NOT: Fotoğraftaki pankart kendi mabedleri Fenerbahçe Stadı dışında her yerde pankartlarını açabilen Fenerbahçe taraftarları tarafından Joventut Badalona maçında açıldı.

Seyredemedik


Joventut Badalona'yı 1992 yılında Jofresa kardeşleri seyretmek için heyecanla beklemiştim. Bu sezon Euroleague kuraları çekildiğinde ise geleceğin en parlak isimlerinden Ricky Rubio'yu seyretmek hayli zevkli olacak diye düşünüyordum. Ama sakatlıktan henüz döndüğü için pek bir numarasını göremedik Rubio'nun.
Bir ara penetre etmeye kalkarken Green'le arasında kalan topa el atınca acıyla yığıldı, demek iyileşmemiş henüz.E bu düzeyde bir maçta da sakat bilekle harikalar yaratması beklenemezdi.

Bodiroga-Preldziç


Geçen yıldan beri Tanjeviç'in elinde bir Bodiroga olmasını bekliyoruz genç Sloven'in. Hem şaşırtıcı derecede üstün yetenekleri hem de 2.06 lık boyuyla neredeyse 4 pozisyonda birden oynayabilmesiyle Tanjeviç gibi eğitici bir coachun elinde yeni bir Bodiroga olur diye düşünüyorduk.

Bodiroga kadar iyi olur mu, şimdilik bilemem ama. Bodiroga'da daha fala seyir keyfi veren bir oyuncu olacağı kesin.

Bodiroga'nın üstün yetenekleri ve her koşulda sayıyı bulacak hareketlerini engellemenin ne derece güç olduğu su götürmez bir gerçek ama onun topu eline aldığında oyunun temposunu düşüren halini, sürprizlere hiç açık olmayan sakin oyununu seyretmeyi hiç sevemedim. Naumoski'nin 20 saniye olduğu yerde dripling yapıp sonra hücumu kullanmasını sevemediğim gibi.

Oysa Preldziç oyunun eğlenceli yönünü sunuyor bize, her topa elini sokan, savaşan, savunmada yardımlara koşan hali de alkışı hakediyor ayrıca.

Ondan bir Bodiroga olmasını beklemeyelim bence, Bodiroga onun kadar iştahlı, sürprizlere açık bir oyuncu değildi. Olmadık şutları kullanmazdı misal, 3 kişinin duvar ördüğü boyalı alana dalıp üstlerinden şut atamayacağını görünce koltuk altlarından bir boşluk bulup oradan topu potaya göndermeye kalkmazdı.

Preldziç bir çok pozisyonu birden oynayabilme yeteneği sebebiyle Bodiroga'ya benzetebiliriz ama misal molalarda bile mola bitse de oynamaya devam etsek diye gözü sahada olan Jasikevicius'a daha çok benziyor bence.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Ricky Rubio vs. Fenerbahçe




1990 doğumlu, yeni Jenerasyonun en fazla ümit telkin eden ismi.
2006 yazında 16 yaş altı FİBA Avrupa şampiyonasında 23,3 sayı, 12,8 ribaund ve 7.1 asist ortalamasıyla oynayıp oha dedirtmişti bize. Uzun kolları ve basketbol zekasının gelişkinliği sayesinde Diamantidis'i andıran savunma performansları vardır, dış şutu henüz yeterince gelişmiş olmasa da, penetrelerinde yağ gibi akar içeriye, müthiş istekli top kullanır hücumda ve gelişkin fundemantali fazla top kaybı yapmasına izin vermez.
Takımı Fenerbahçe karşısında maçın sonlarında direnemeyip teslim bayrağını çekerken tribünlerde etrafı döver görüntüsü aklıma geldikçe bu akşam neler yapabileceğini merakla bekliyorum.

Kader Maçı




3 maç üstüste kaybetme becerisini gösterince, kıymetli maç derecesinden kader maçı seviyesini terfi etti bu akşamki Badalona maçı.
Kaybedersek kalan 2 haftada Badalona'yı yakalamak pek mümkün olmayacak bir de Alba TAU'yu Berlin'de yenerse TOP 16 hayal olabilir. Aman diyelim.
İyi durumda ama bizim gibi sakatlar ve eksiklerden müzdarip durumda rakibimiz. Kupa 2'nin şampiyonu etiketiyle geldikleri Euroleague'in gediklilerinden ve geçen yılın harika takımının temel taşlarını kaybetmiş ve yerlerini henüz dolduramamış olmalarına karşın müthişbir geleneğe sahipler.
Ardı arkası kesilmeyen bir süreklilikle oyuncu yetiştiren, Real Madrid, TAU, Barcelona gibi yüksek bütçeli kadrolarla değil ama birbiriyle çok uyumlu ve makina düzeninde oynayan genç kadrolarla İspanya liginde bir nevi Yugoslav ekolü takımı gibilerdir yıllardır.
Bu maç öncesi moralliler, performansları gitgide yükseliyor. Tamam Mensah-Bonsu'yu kaybettiler ve onun dışındaki uzunları mesela bir Splitter gibi bizim uzunlara ters gelecek özelliklere pek sahip değiller, Ricky Rubio döndü ama henüz tam kapasiteyle değil ve bu durumda istikrarlı bir guarda ihtiyaç duyuyorlar ama yine de hücumda topun kıymetini çok iyi bilen ve farklı biçimde geri düşse bile sistemindenödün vermeden, paniksiz oynayıp maçı geri getirebilen bir takım.
Ve biz Griçek'in yokluğunda henüz hücumlarımızda şuur, bilinç sahibi olabilmiş değiliz. Halbuki ilk maçta da gördük ki, çok iyi yapabildiğimiz bir işi 4 le 5 arasındaki ikili oyunları hayata geçirebildiğimizde çuvalla sayı atabiliriz.
Umarım TAU maçının 2. devresindeki gibi şuurumuzu kaybedip ''atan kazanıra'' çevirmeyiz maçı.

16 Aralık 2008 Salı

Hakan için turnusol kağıdı


Ve nihayet Erdemir'e kiralanmış.
3 yıl öncesinde Fenerbahçe'ye geldiğinde içinde bulunduğu altın kuşağın belki de en iyisini ve de en lider özellikli oyuncusunu aldığımızı düşünmüktük. Yaşına göre hayli soğukkanlı bir oyun kurucuydu, çok çabuk yön değiştirip penetre ederken dengesini ve sete hakimiyetini hiç kaybetmeyen iyi bir asistçi en önemliside oyunun temposunun elinden kaçmasına izin vermeyen lider özellikli bir guard.
Kardeşinin hastalığı sebebiyle Türkiye'ye geri döndüğü söyleniyordu öyle olmasa belki de A.B.D'de daha parlak bir kariyere yelken açacaktı.
Gelişiminden emin olduğumuz bir genç yıldız adayıydı, misal aynı zamanda transfer edilen Semih Erden'in geleceğine ve gelişimine şüpheyle yaklaşılırken o tamam oldu denilen bir oyuncuydu.
Yazık ki; olamadı bir türlü. Ne eksikti, neden geliştiremedi kendisini, neden yetenekleri günden güne erezyona uğrayıp aldığı dakikalar bir bir erirken kendine güvenide dibe vurup sessizce yok olup gidişine tanıklık ettik anlayabilmiş değilim.
Kaybolmaya yüz tutmuş bir genç yetenek Semih bile yeniden harika bir diriliş oyununu hem de iki uzun süreli ağır sakatlıklara rağmen sahneye koyarken, genç oyuncu eğitimciliği konusunda uzman iki coachla çalıştığı, kendi yaş gurubu hatta alt yaş gurubundaki oyuncular bu kadroda kendilerini geliştirirken bu jenerasyonun en parlak ismi nasıl böylesine eridi gitti anlaşılır gibi değil.
Ama artık acı verici oluyordu, Tanjeviç'in onu oyuna her alışında hadi bu sefer şansını döndür Hakan diyişimizin ardından çarşafa dolanırcasına hataları üstüste yapıp 30-40 saniye sonra fırçalanıp kenara alınmasından sonra yüzündeki o çaresizliği, mutsuzluğu görmek acıydı. Ne oynama isteği ne takımının kazandığı başarılarda payı olduğu inancının yarattığı bir mutluluk ifadesi yoktu bakışlarında.
Yolu açık olsun, geri döner mi bilmem ama kaybolup gitmesin.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Kanada'da Fener muhabbeti


King Solomon'un kalbimizin yarısını alıp kuzey ülkesine gitmesinden beri Toronto, Celtics'le beraber NBA'deki 2. takımım olmuştu ki; Jay Triano'nun geçici head-coachluğa getirilmesiyle iyiden iyiye takipçisi olduk Kanadalı'ların.

Triano'yu bize basketbolu sevdiren ilahlardan birisi olarak sevdik, spor-serginin bir basketbol mabedi olduğu yıllarda, 1985 yılında giydi Fenerbahçe formasını, dripling yaparken potaya odaklanan bakışlarını, hareketli oyununu ama en çokta spor serginin hınca hınç tribünlerinin, büyülü atmosferinde kendinden geçip ''en büyük fener'' diyişini sevmiştik.


Acaba King Solomon'la İstanbul'u yadediyorlar mıdır hiç.

5 Aralık 2008 Cuma

Elde var hüzün


Bloğun açılış yazısına konu olan TAU maçından umduğumuzu bulamadık. Maç kaybedilince maçın önemini daha iyi anladık, kazansaydık guruptan çıkma şansımız hayli artacağı gibi, gurubu ilk 2 içerisinde bitirip TOP 16'da görece daha kolay kura çekme şansımız olacakken, şimdi TOP 16'nın zora girmemesi için Berlin'de Albatrosları altetmek gerekecek. Neyse ki Berlin'lilerde bizim gibi şuursuzca hücum etmekte direnen bir takım.
Abdi İpekçi'de bu kadar kötü hücum ettiğimiz bir ilk periyot pek yoktur herhalde. Evsahibi olmanın avantajıyla oyuna hızlı bir giriş yaparsın, rakip henüz oyunu sertleştirecek kadar ısınmamış olur o sırada Mike Tyson girişi yaparsın maça ya. Yok, şuursuzca hücum ediyorduk. Ta ki Mrsiç girene dek.
Green kenardayken, hücum setlerimiz tıkanıyor, topu paylaştırmakta, doğru pozisyonda doğru eli bulmakta zorlanıyoruz diye düşünüyorduk ama son maçlarda bu sorunu Green sahadayken yaşamaya başladık. Aksine topu Preldziç ve Mrsiç getirince potaya daha çabuk bakıyor takım. Preldziç'in bu özelliği zaten var da kaptanda 40 ından sonra azıp, set hücumlarında bile penetre edip, uzunların üzerinden turnike atmaya başlayınca bu takımın esas guardı hafız Green mi yoksa Mrsiç veya Preldziç'mi diye düşünüyor insan.
Gerçekten çok kötü hücum ettik 1. periyotta. Skor şaşırtmasın, atılan 18 sayının 12'si pozisyon yokken, takım nasıl hücum edeceğine karar verememişken süre bitmesin diye potaya sallanan 3 lüklerden geldi.
Bayıltıcı derecede hareketsiz, Green'in önce topu sağındakine verip sonra alıp solundakine verdiği, hücum süresi bitene dek içeriyi hiç zorlamayan, ikili oyunları denemeyen bir şuursuzluk hakimdi.
Bereket atmaya başladı mı kıyamet kopsa çemberden topu geçirmekten vazgeçmeyecek adam Rakoçeviç henüz atmaya başlamamıştı. Tabii kısa skorerlerin belalısı Ömer Onan'ın bunda katkısı büyük.
2. periyotta işler değişti. Bu sene bir nevi ''azgın teke'' sendromu yaşayan kaptanın alışageldiğimiz 3 lük isabetleri dışında, penetreleri ve fast-break bitiricilikleri, hücum ribauntlarındaki başarı ve her topa el sokup ortada kalanları alma yürekliliğiyle adeta çoştu takım. Bu kadar tempo riskliydi tabii. Zira rakip TAU. Avrupa'nın en iyi hücumcularından. Atan kazanıra dönmemeliydi oyun. Savunma direnci, kaçan hücumlarda rakibe ribauntu vermeme versen de kolay aldırmayıp hızlı hücum yolunu tıkama, ve ellerin, yüreklerle bir olup çemberimizin etrafını karartılması atan kazanıra çevirmedi oyunu.
Ama 1. periyottaki şuursuzluk 3. periyotta kabus gibi çöktü üzerimize.
Rakoçeviç ve Teletoviç'in fişleri prize takılmayı unutulmuş yokediciler olduğu farkedildi sanırım. Hatayı giderdiler, Teletoviç peşpeşe üç 3'lükten sonra süre biterken sırtı çembere dönük halde Mirsad ensesinde solurken topu eline alıp, pivot hareketiyle dönüp dördüncü 3'lüğünü attığı anda bir daha hiç kaçırmayacaklar diye düşündüm.
Atan kazanıra döndü ve böyle olunca elbette TAU kazandı.
Şimdi Griçek'in değerini daha net anlıyoruz. Topu şuursuzca elden ele dolaştırırken, o topu çembere gönderebilecek en uygun pozisyonu kafasında oluşturup, ilk adımı atacak bir lider lazım. O görev Green'in değil Griçek'in.

4 Aralık 2008 Perşembe

Efes Light olmuş...


Yeni bir gömlek giymek Efes'e yaramadı. Yıllardır savunma ve direnç takımı olarak bilinirken, geçen yıl David Blatt'le birlikte kabuk değiştirme iddiasıyla sezona bir hayli ses getiren transferlerle giren ama hem yerel ligde hemde Euroleague'de hedeflerine uyumlu bir direnç gösteremeyen yılların dişli takımı kadro revizyonuna gittiği bu sezonda da aynı ''light''lıkta devam ediyor yoluna.
Onları seyretmek hayli keyifli aslında. Hızlı oyunları, çabuk hücum kullanmaları, Charles Smith'in atletikliği, Schumpert'in fade-out şutları seyir zevki veriyor oyunlarına. Ama maçları kazanmaya cüret edecek sertlikleri, inançları, direnişçilikleri yok artık.
Tebdil-i tarzda ferahlık olmadı belli ki.
Elbette bir de şu sorun var. Euroleague'de sorumluluğu yabancı oyuncuların omuzlarına çok yüklüyorlar. Çok zaman sahadaki 5'in 4 ü hatta 5'i yabancı oyunculardan müteşekkil oluyor. Haliyle bu ciddi bir sorun. Zira yurtiçinde sahadaki 5'inizin ancak 3'ü yabancı oluyor.
Sorunları ne Kasun'un dönüşüyle ne yeni yabancıların gelişiyle çözülebilecek gibi görünmüyor.

3 Aralık 2008 Çarşamba

YUKARIDAKİLER - AŞAĞIDAKİLER


Earl Boykins ( 1.65 cm )





Manute Bol ( 2. 31 )




Ezber bozan takım


Dexia Mons-Hainaut , Kupa 3 yani Eurochallenge'da Galatasaray'la aynı gurupta yer alan Belçika temsilcisi. Yerel liginin lideri şu anda, geçen yıl bu kupada final oynamıştı.
Belçika ligi bir nevi çakma Fransız ligi gibi. Neredeyse tamamı atlet oyunculardan oluşan takımlar koş babam koş basketbol oynuyorlar, seyretmeye başladığınız da zevkli geliyor bir süre. Bol dış şut, bol hızlı hücum ve bol top kaybı. Zaten MONS'unda maçları hep 80li 90lı sayılarda attığını görüyoruz.
Dün akşam Galatasaray'la oynadılar, akıllara zarar bir oyun oynadılar 1. ve 2. periyotta. Tüm hücum setleri guardın topu rakip sahaya geçirir geçirmez boşa çıkan ilk arkadaşına vermesi ve onun da, üzerinde el var mı, ribaunta kimse giriyor mu, içeriye top geçirme şansı var mı, yok mu hiç bakmadan potaya 3 lüğü yollamasından ibaretti ki; bildiğimiz ''atışlar girse de böyle hücum etmek yanlıştır, içeriye top geçirmezsen bir yerde dış şutlardaki şansın seni terk eder, hücumda tıkanırsın, kaybedersin '' basketbol doğrularını yerle bir eden bir ilk yarı seyrettirdiler bize.
Her branşta, her koşulda Galatasaray'ın kaybetmesinden haz alacak olan ben bile akıllara zarar 3 lüklerin yağmur gibi girmesinden rahatsız oldum artık. Hayır şutörünü tutan adamı perdelersin, ikili oyunlar yaparsın, topu pivota geçirip savunma içeri gömülünce dış adamın kendini gösterir topu alıp, şutu atar falan. Neredeyse attıkları tüm sayılar 3 lüktü ve bir çoğu el üzerinden, pozisyon yokken atılmıştı.
Basketbolla ilgili bildiğim doğruların yerle bir olmasına, müthiş bir Galatasaray hezimeti yaşanacak olmasına karşın dayanamadım, kapadım.
İkinci yarının sonlarına doğru, skor ne olmuş diye bakayım dedim. Doğrusu beklentim, bu kadar dış şuta bağımlı bir hücum planı nasılsa iflas eder, belki de fark kapanmıştır derken baktım ki abiler halen buldukları yerden sallıyorlar ve gariptir ki halen giriyor.
91-65 bitti. Maçın istatistiklerine bakmaya korkuyorum, sanırım sayıların 2/3 ünden fazlası 3 lüktür.

La havle


Sakatlar düzeliyor, birer birer geri geliyorlar derken TAU maçına bir gün kala Griçek'in sakatlığı nüksetmiş.

La havle çekmekten başka bir şey gelmiyor içimden.

sepet topu


Sporun endüstriyelleşmesi mi dediniz !

hasret

''yalanmış anladım başka sevgiler
en tatlı sevgiler sendeymiş meğer
şampiyon olmadan ölürsem eğer

kefenim sarıyla-lacivert olsun
yıllardır seninle geldik her yere izmire rizeye eskişehire
şampiyon olmadan ölürsem eğer
kefenim sarıyla lacivert olsun"

izmire, rizeye, eskişehir'e kısmı sebebiyle daha çok futbol maçlarında söylenen bir tezahüret gibi dursa da spor sergi yıllarında şampiyonluklara hasret 10 yıllar geçiren Fenerbahçe basketbol sevdalılarının dillerinden düşmezdi bu dizeler.

Müteşekkiriz


Memlekette basketbol sevgisini yaratan iki önemli olgudan birisidir beyaz gölge. Diğeri ise 1981 yılında milli takımın balkan şampiyonluğu. İsmet Badem'in çabalarını da unutmamalı tabii.

maç üstü konser


Üstte spor sergi altta açıkhava tiyatrosu. Basketbol maçlarının şehrin göbeğinde oynandığı yıllar.

2 Aralık 2008 Salı

Ne olmuş sana be abi



1998 yılı; potada müessese kulüplerinin egemenliğine dur diyecek yeni bir dream team denemesiyle gaz verdiğimiz bir sezon başlangıcıydı. Acayip cool ve karizmatik bir stile sahip ama o yıllar için ligimize fazla gelen NBA kariyerine karşın adeta bir cam bebek olan Abdul-Rauf''un transferi zaten ağzımızı açık bırakmıştı da, kötü başlayan sezonun asıl bombası Marko Miliç'in transferiydi.
Hangi gazete olduğunu hatırlamıyorum, spor sayfasının ücra köselerinde Sloven Marko Miliç ve Hırvat Goran Kalamiza Fenerbahçe'de diye bir haber okuyup, demek Slovenya'da Marko Miliç isminde başka bir oyuncu daha var diye ilk tepkiyi verdiğimi hatırlıyorum. Haberin devamında ''NBA grevi sebebiyle grev bitiminde NBA dönme şartıyla Fenerbahçe'ye transfer olan Miliç...'' gibi bir ibareyi okuduktan sonra o günün tarihinin 1 Nisan olmadığından emin olup Avrupa'nın en sevdiğim oyuncusunun kutsal formayı giyeceği ilk maçı, Zalgiris Kaunas maçını beklemeye başladık. Bu güne dek izlediğim en iyi Fenerbahçe maçlarından birisiydi. Büyülü eller değmiş gibiydi takıma, atmaya doyamayan, iştahla oynayan felaket coşkulu bir takım seyretmiştik. O yıllardaki İzmir ikametgahı sebebiyle televizyondan izlemeye çabaladığım ama son dakikalarını trt nin haber saati geldiği ve maç yayınını haber bülteniyle kestikleri için cümle trt yönetimine en galiz küfürleri savurmama sebeb olan maçtır o.
Bir çoklarına göre ''overrated'' bir oyuncudur Miliç. Harika atletik yetenekleri ve spektaküler hareketleri sebebiyle zamanının en fazla ümit vaadeden oyuncularından biri olmasına rağmen ne NBA'de ne de Avrupa'da sürekliliği olan başarılar yaşayamamış olması böyle düşünenleri haklı çıkartabilir belki ama basketbolun yürek hoplatan, neşeli yüzüydü o.
Yüzünde naif bir gülümsemeyle sakin sakin penetre ederken faul çizgisine ayak basıp 2-3 insan azmanı pivot üzerinden uçup smaç basması, ya da çizgi film kahramanları gibi yüksek postta pası aldığında ileri bir adım dahi atmadan uçuşa geçip potaya sakin sakin asılışıyla ben sadece onu seyretmek için bile maça giderim diye düşündürtürdü insana.
Yukarıdaki fotoğraftaki otomobil üzerinden smaç basma ve smaç yaparken potayı parçalama eylemleri de vardır unutmadıklarımız arasında.
Yazık ki, yabancı kısıtlaması sebebiyle pek az maç oynadı bizde. NBA grevi sonlanır sonlanmaz da Phoenix yolları göründü kendisine.
Mc Rea gibi onun da bu takımın başında gördüğüm en uyumsuz ve itici koç olan Halil Üner'le anlaşmazsızlıklar yaşadığı söylendi ama zaten Fenerbahçe ve Türkiye onun için geçici ikametgah adresiydi. Yine de onun Fenerbahçe basketbol sevdalılarıyla buluşmasına sebeb olan NBA grevine bir kez daha teşekkürler.




Geçenlerde yine yolumuz kesişti, bebek yüzlüyle. Sadece 30 yaşında olmasına karşın erken emeklilik günlerini yaşadığı Union Olimpija'nın Fenerbahçe'ye iki uzatma sonrası yenildiği maçta ilk 5 başladı maça. Çok değil 10 yıl önce insanüstü atletik yeteneklere sahip olan bir oyuncunun henüz 30 yaşında o götü- göbeği nasıl böylesine şişirmiş olduğunu şaşkınlıkla izledik. Gençliğinde de gürbüz bir hali vardı gerçi ama parkede ayaklarını sürte sürte zorla yürür hali şaşırtıcıydı. Ve hayallerimizin yıkıldığı an; bir fast-break de topu alıp boş turnikeyi buluyor Miliç, hayatımda gördüğüm en harika smaçların sahibi olan insanüstü yaratık, abi ölüsü yeter şimdi yapar yapacağını derken hayatımda gördüğüm en komik turnikeyi yerden 1 cm bile sıçramadan atıveriyor.
Uzun süreli sakatlıklar geçirdi falan ama şaşırtıcı atletik yeteneklere sahip bu harika yeteneğin parkeye ayakları yapışmışcasına oynar halini açıklamak pek mümkün değil.


Fenerbahçe - TAU Ceramica


Bu bloğun ilk yazısı, Euroleague'de bizim açımızdan hayli önemli bir maça denk geldi. Kazanırsak bloğun uğuru deriz de, kaybedersek uğursuz ayağımıza tükürürüz artık.

Gurubu ilk 2'nin içerisinde bitireceksek bu kategori için Roma'yla birlikte en önemli aday olan TAU'yu yenmemiz şart olmasa da önemli.

Aslında İspanya'da kaybettiğimiz maçtaki oyun hayli ümit telkin ediciydi. Maçın genelindeki performansımızdan apayrı bir görüntü çizilen 2. ve 4. periyodun sonlarındaki toplam 2-3 dakikayı saymazsak, evsahibi TAU'nun değil Fenerbahçe'nin oyunuydu maça rotasını çizdiren. TAU'ya bir türlü tempo yapma fırsatının yaratılmadığı, her hücumda topun olabildiğince paylaşıldığı, hep doğru hücum yapıp en uygun şut anının arandığı setlerle oynanan ve özellikle maça ortak olmamızı sağlayan rakibe nefes almayı bile zorlaştıran hareketli alan savunmamızın damga vurduğu bir maçtı.

Geçen yıl 6 maçta sadece 1 galibiyet aldığımız İspanyol'lardan hem de deplasmanda bir galibiyet elde edebileceğimize inandığımız anlarda nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığımız bir şuursuzlaşma ve dağınıklık halleriyle topu topu 1-2 dakikada kaybetmiştik o maçı.

Sıra rovanşta. İlk maçta başımızı çok ağrıtan Rakoçeviç'e karşı bu kez kısa skorerlerin kelepçesi Ömer Onan var. Son Telekom maçında her zamanki gibi gayretliydi ama yaptığı gereksiz faullerden de anlaşılabileceği gibi henüz bildiğimiz yüksek oktanlı benzin etkisi yapacak kıvamda değil. Gordan Griçek'te henüz beklediğimiz düzeyde olmasa da döndü. En azından hücum süresi neredeyse bitmek üzereyken halen nasıl hücum edeceğine karar veremediğimiz şuursuz, bir basketbol aklına sahip olamadığımız, basiretimizin bağlandığı dönemler oluyor maçlarda ve o anlarda topu eline aldığında potaya doğru aniden hareketlenebilecek, çok çabuk şut veya asist çıkarabilme yeteneğiyle sıkışılan anlarda kara bulutları dağıtabilir. Bir başka sakatlıktan geri dönen isim, Semih Erden ama ondan bir süre daha fazla bir şey beklemeyelim derim. Uzun oyuncular daha geç iyileşir ve form tutarlar.

Unutmadan, TAU'da ilk maçta eksikliklerini çok hissettikleri Tiago Splitter bu kez oynayacak ki, ayakları çok çabuk olan Brezilya'lının Vidmar'a erken fauller aldırıp başımızı belaya sokması muhtemel.