30 Mayıs 2010 Pazar

Dopingçiye dopingçi denir


Bu şahsiyet doping yapsana tezahüratına sinirlenip Fenerbahçe taraftarını masa hakemlerine şikayet edip durdu maç boyunca.
Bu memlekette göte göt denir demişti Can Yücel, göte göt denirse, dopingçiye de dopingçi denir.
Alınmaca, gücenmece yok.

Çarşambaya bekleriz


Efes Pilsen seri boyunca yaptığı işi yine yapıp korkunç derecede iyi atabilen üçlüsüyle yine iyi atarken Fenerbahçe seri boyunca rakibine üstünlük sağlamasına sebeb olan doğrularından vazgeçip final serisi öncesindeki karambol oyununu dönünce 5. maçı rakibine verdi.
Şampiyonluk Abdi İpekçiye kaldı.
Seri boyunca savunma direnciyle kazanma iradesini ortaya koyan takımın, Ender'e henüz maçın ilk periyodu bitmemişken defalarca boyalı alana elini kolunu sallaya sallaya girişine müsade etmesi şaşılacak bir kırılmaydı bizim için.
Nachbar, Smith, Rakoceviç ve Schumpert'la dışarıdan atmak dışında hücumda pek bir numarası olmayan Efes Pilsen'i rahatlayan bir yumuşaklıkta savunma yapmak, Ender'i bu kadar rahat bırakmak maçın başında geri düşmemizin en önemli sebebiydi, ikinci sebeb tempolu oyun ve hızlı hücum şansı bulamayınca takımı aklı başında hücum ettiremeyen Ukiç'in önceki maçlardaki performansının bile gerisinde kalan oyunuydu.
Final serisi öncesindeki dağınık, şuursuz hücumlara geri döndü takım. Geride kalan 4 maçta Efes'in 4 kısalı dahiyane planını çöpe atan hücumlarda iki uzunu aktif olarak kullanma ısrarını bir kenara bırakmak, ikinci yarıda maç bize dönerken ve son dakikalarda artık Efes farkı açmaya başlamışken sahada yaşanan dağınıklığa müdahale etmek adına mola haklarını kullanmayıp bize Tanjeviç'i hatırlatan Ertuğrul hoca takımın diğer unsurları gibi dağınıktı.
Bizim açımızdan kötü bir maç geride kaldı. Ama öte yandan sahada rakibine tokat atan bir oyuncuyu dahi cezalandıramayan hakem yönetiminin ayıpları, ülkede bir tane bile başhakem kalmamış gibi Rüştü Nuran gibi 4. sınıf bir hakemi ligin final serisinde başhakem olarak görevlendirenlerin çabalarının bu takımın şampiyonluğuna engel olabileceklerini sanmıyorum.

28 Mayıs 2010 Cuma

Şampiyonluk geliyor......


Birbirlerini çok iyi tanıyan ve tüm sezon bu seriyi bekleyen oyunculardan kurulu iki takım birbirinin aynısı senaryoyla başlayıp, sona eren maçlara izin vermiyorlar.
Serinin 3. maçında Fenerbahçe bu sezon en iyi yaptığı işi rahatlıkla yapıp; kısalarının tempoyu delice arttırmasıyla ve hızlı hücumlarla rakibinin savunması yerleşmeden sayılar bularak kazanmıştı.
4. maçta Efes Pilsen, final serileri dışında unutulan adam olan Sinan Güler'le başlayıp kontra hamlesini yaptı. Guarda yapılana baskıyla ve ilk 3 maçtakinin aksine hücum ribauntlarını kovalamaktan ziyade geriye çabuk koşmaya yoğunlaşan takım oyunuyla Fenerbahçe'yi sevmediği hücuma zorladılar. yerleşmiş, konsantrasyonu yüksek savunmalara karşı kısaların penetrelerinden öte hücumda yardımlaşmayı öne çıkartmak gerekiyordu Fenerbahçe için. Zaten böyle yapınca potaya yüzük dönük ve hareketliyken uygun pasları aldıklarında bunları sayıyla bitirme yüzdesi çok yüksek olan Fenerbahçe'li uzunlar takımın maçta kalabilmesini sağlıyorlardı.
Maçın başında, serinin durgun adamı Kerem'in sahne alışı ve Efes Pilsen'i Fenerbahçe karşısında hakim kılan oyun anlayışını, sabrederek, düşük tempoda, Fenerbahçe'yi uyandırmadan oynatmakta ısrar edişini gördük.
Buna karşılık Fenerbahçe iç sahada yapması gerekeni; daha ilk dakikadan itibaren rakibini bunaltacak ve buradan size ekmek yok mesajnı veren baskılı ön alan savunmasıyla başlayacak savunma sertliğini ve hızlı oyunlarla sonuca gidişini göremedik.
Burada; kısa bir paragrafı tribüne ayırmak lazım. Dile getirilmesi gereken, tepki gösterilmesi gereken bir mesele vardı. Buna karşı yapılan yapıldı. Ama 3. periyoda kadar tamamına yakını dolu tribünlerin maç üzerinde bu kadar etkisiz oluşu hiç bir şekilde açıklanamaz.Fark adım adım açılırken ne çalan düdüklere tepki gösterildi, ne de takımı ateşleyecek türden bir coşku vardı.
Sahada oynanan oyundan tamamen bağımsız, oyunda ne olup bittiğiyle ilgilenmeyen ve takım açısından kötü başlayan bir akşamda oyuna müdahale etmeyi düşünmeyen etkisiz bir performans vardı tribünlerde.
Ne zamanki, tribünler maçla, çalınan düdüklerle ilgilenmeye takımı savunmada direnç göstermeye sevketmeye başladı orada da maç zaten dönmeye başladı.
3. çeyrekte başlayan geri dönüş hakikaten muazzamdı.
O dakikalara kadar hem savunmada hem de hücumda berbat bir performans gösterirken bir anda rakibi üst üste bir kaç kez kendi yarı sahasından çıkmadan top kaybına zorlayacak dek iyi savunma herşeyi değiştirdi.
İyi ve baskılı savunma Fenerbahçe'nin istediği gibi tempolu oyunu getirdi, normal koşullarda rakip savunma yerleşmişken hücumda şuursuzlaşan takım, Preldziç'in ve nihayet Greer'in devreye girmesiyle Efes Pilsen savunmasını dağıttı. Tam takım hücumda tekrar aksamaya başlamıştı ki Vidmar'ın topla beraber Rakoceviç'i sahanın dışına yollayan bloğu geldi. Bu hareket, Fenerbahçe'nin bu maçı ne kadar çok kazanmak istediğinin ve kazanmak için neler yapabileceğinin işaretiydi.
Efes Pilsen korkutucu silahlara sahip bir takım dün akşam bir kez daha görduk bu gerçeği. Rakoceviç, Smith ne kadar iyisavunursanız savunun atabilecek oyuncular, Schumpert bence her ne kadar üst düzey bir oyuncu olmasa da onun neredeyse tek önemli özelliği Fenerbahçe'nin yıllardır çözemediği savunma zaaflarını cezalandıracak türden tepeden atışlardaki yüksek yüzdesi olunca bizim için tehlikeli bir eleman oluyor, Nachbar'ın müthiş bir şutör; yumuşak stili ve bileği, şut anında nefesini ve vücudunu doğru kullanıyor oluşu, soğukkanlılığı onu en az Rakoceviç ve Smith kadar tehlikeli kılıyor. Korkunç derecede iyi atabilen bir takım Efes ama aynı zamanda korkunç derecede kötü yönetiliyor.
Benim nazarımda, Nachbar ve Rakoceviç gibi iki büyük oyuncudan bu kadar az verim alınabilmesi hatta halen onları takımın asli unsurları arasına sokamamış olmak bile başlı başına bir koç yetersizliğidir.
Fenerbahçe tüm çarkları tıkır tıkır işleyen bir takım değil aksine yanlış kurulmuş bir kadronun defolarıyla başladığı final serisinde yürekli mücadelesinin örtmeye yetmediği açıkları gün gibi sırıtıyor.
Guard sorunu başlı başına bir dert; Ukiç geldiği günden bu yana özellikle takımın daha bilinçli hücum etmesini ve hücumda uzunları da oyunun içine sokan yardımlaşmalı oyunları daha çok oynamayı sağladı. Ama mücadele düzeyinin arttığı şu seride gördük ki tek başına asla yeterli değil. Bir kere bir guarddan beklediğimiz ölçüde sert ve baskılı savunmayla rakip guardın oyun düzeni dışına çıkmsını sağlayamıyor.
Vidmar'ın sahada olmadığı dakikalarda boyalı alan savunmasında zaaflar hala aynı şiddetiyle yaşanıyor, tepeden atılan üçlüklere çözüm bulunmasını beklemiyorduk öyle de oldu.
Rakip tempoyu düşürdüğünde ve savunmaya çabuk yerleştiğinde hücumda şuursuzlaşma başlıyor.
Fenerbahçe'nin bu defolarına rağmen Efes Pilsen hep aynı şeyleri deniyor. Hep iyi atıcılarından medet umuyor. Bu kaliteli kadronun kötü yönetiliyor oluşu bizim için bir şans. Ama seriyi buralara getiren en önemli faktörün rakibin kötü yönetiliyor oluşu olduğunu sanmamalı.
Aksine kötü ve başıbozuk geçirilen bir sezonun finalini vidalarını aşırı derecede sıkmış ve takım olmanın gereklerini sonuna dek ifa etmeye çalışan bir ekip var.
Hücum planlarına sezon boyunca bu derece uymaya çalıştıklarını hiç görmemiştik. Efes kısalınca içeriye top indirme ısrarı takdir edilmeli, takımın en kariyerli oyuncularından Greer'in ilk 3 maçta hiç alışık olmadığı türden az süreler almasına rağmen bu takımın parçası olmaktan hiç gocunmayıp son maçta önce atmayı değil attırmayı düşünerek yaptığı patlama da çok önemli, savunma direncini sürdürme ısrarı bu sezon hiç olmadığı kadar yüksek.
Bu takımın kötü geçirdiği bir sezonun finalinde şampiyonluğu kazanmak için kendi içinde yaşadığı değişim takdire şayan.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

inanmış Çocuklar


Final serisindeki şu anki durumu açıklamak için başka bir gerekçe gelmiyor aklıma.

Yanlış kurulmuş bir kadronun defolarıyla başladığımız seride saha dezavantajını kırıp 2-1 öne geçtik.

Tüm maçlar boyunca aklımızı en çok kurcalayan meselelerin başında takımın gerçek anlamda guard sayılabilecek tek oyuncusunun bulunması gelirken o tek guardın; Ukiç'in serinin 2. ve 3. maçlarının sonunda soğukkanlılığını kaybederek ve kötü tercihler yaparak oynamasına, takımın en önemli skor silahının geride kalan 3 maçta sadece 4 sayı bulabilmiş olmasına, rakip takım koçuyla, yönetimiyle, oyuncularıyla hakemleri manipule ederken ve bunu saklama ihtiyacı bile duymazken takımı kendi sahasında çatır çutur doğranan bizim kenar yönetimin, şube yöneticilerinin bu duruma seslerinin çıkmamasına, takımın elde ettiği 15 sayı civarındaki fark 4-5 dakika içerisinde hakemlerin yardımıyla göz göre göre eritilirken lay lay lom tezahüratlarla takımı yalnız bırakıp, müdahalesiz, kendi kafasına göre hareket eden, etkisiz bir performans gösteren tribünlere ve özellikle maçın sonlarında dağlardan taşlardan atılan şutların girmesinin yarattığı moral etkilere rağmen seride durumun bu noktaya gelmesinin tek açıklaması takımın tüm unsurlarıyla şampiyonluğa inanmış olması gibi geliyor bana.

Sezon boyunca üst düzey maçlarda savunma direncini gösteremeyen, kırılma anlarında kaybetme alışkanlığını kazanmış bir takım, final serisinde sezon boyunca büründüğü atarak kazanan takım kimliğinden silkinip tam da bu serinin gerektirdiği gibi savunma konsantrasyonunu üst düzeyde tutarak ve rakibi ön alan savunmasıyla bunaltıp, oyun planı dışına çıkmasını sağlayarak fark yaratan bir takım olmayı beceriyorsa bu durumu yaratan etken yıllardır bu şekilde oynamayı bilen takımın silkinmesi ve şampiyonluğu istediğini sahada isyan ederek göstermesidir.

Ama tam da bu noktada söylemek lazım; Efes Pilsen'in felaket bir yabancı oyuncu israfıyla kurduğu kadronun kalitesine ve korkunç skor tehditine söylenecek bir söz olmamasına rağmen onlarda Fenerbahçe gibi kötü bir sezon geçirdiler.

Nachbar ve Rakocevic gibi muhteşem yeteneklerde iki oyuncuyu bile hala takımın bir parçası yapmayı becerememiş bir beceriksizlikle heder edilmiş bir yatırım var ortada.

25 Mayıs 2010 Salı

Taurasi & Penny




Fotoğraflar geçen yıl WNBA şampiyonu olan Phoenix Mercury'nin 2010 sezonu açılış maçı olan Los Angeles Sparks maçından önceki şampiyonluk kutlamalarından.
WNBA sezonu bir an önce bitse de şu ikiliyi Caferağa'da çubuklunun içinde seyretsek.

Rekabete devam

Matoviç vs. Fowles; Bu sezon bizim buralarda karşı karşıya gelecekler.

Matoviç yetmez




Başlığa bakıp transfere doymayan açgözlü taraftar rolüne büründüğüm düşünülmesin. Matoviç'i ilginç, durdurulması güç bir silah ve halen gelişimini sürdüren ama hatırı sayılır bir Euroleague tecrübesine sahip iyi bir oyuncu olarak kabul ederim. Ama onun transferinin doğru transfer olup olmadığını, kalan 1 yabancı hakkımızın nasıl kullanılacağı belirleyecektir.

Bu kadronun, eldeki potansiyelin Euroleague seviyesinde zirve mücadelesi yapacak bir kadroya evrilmesi için gerekli olan adım nihayet bu sezon için atılmışa benziyor.

Sonuç olarak bu seviyede başarılı olacak hatta belki de final oynayacak bir takımın kadro planlamasını yapan deneyimli bir koç varken fazlaca kaygılanmamak lazım belki.

FIBA'nın kıta dışı oyuncu sınırlamasını revize edişi sonrası Penny ve Taurasi'den gayri yabancı oyuncu kontanjanını kullanmak konusunda kulübün seçenekleri kısıtlandı.

Aslında Penny'nin Euroleague'de Avrupa pasaportuyla oynatılması konusunda kapı tam olarak kapatılmamış görünüyor. Eğer o konuda bir umut belirirse takımın şu anki elzem ihtayacı olan, pota altında sert, ribauntçu, savaşçı ve pis işleri görecek bir pivot transferi konusunda seçenekler artar.
Not: Üstteki fotoğrafta üzerinden şutu attığı ablamız da gelse o zaman olur işte.




21 Mayıs 2010 Cuma

Vidmar'a saygı


Böyle adamları sevdirmek zordur Fenerbahçe taraftarına ama Gasper Vidmar'ın dönüşünün Ukiç hamlesinden sonra şampiyonluk yolunda çok değerli bir kilometre taşı olduğunu inatla ve ısrarla savunuyorum.
Tamam, topu avuçlarının içerisinde kontrol etmeyi beceremiyor, çok kez denizin içerisinde çıplak elle balık avlamaya çalışıyormuşcasına acemi hareketlerle kayıp gidiyor elinden top ama kabul etmek gerekir ki şu an takımın en sert pota altı savunmacısı o.
Rakipler açısından yıpratıcı, yorucu bir oyuncu, çok çabuk faul problemine giriyor ama zaten o faulleri alana kadar rakip uzunları da ya faul problemine sokuyor ya iyice yıpratıyor.
Tam bir takım oyuncusu, ne isterseniz onu yapmaya çalışır.
Dünkü maçı dikkatli gözlerle seyredin. Ama seyrederken onun 3. periyodun başında avucunun içinden kaçırdığı toplara takılıp kalmayın.
Kasun'un Oğuz'u parçalarcasına istekli ve agresif oynadığını, Vidmar'ın olmadığı sürelerde bizim pota altını nasıl dağıttığını görün. Bu sezon savunması çok sorunlu olan takımda Vidmar'ın savunma gayretinin önemine dikkat edin.
Geçen yıl final serisinde bir türlü çözüm bulunamayan Efes'in 4 kısalı oyunu karşısında, Vidmar'ın çalışılan hücum setlerini uygularkenki ciddiyetine dikkatinizi verin. Her topu Semih'İn arkasına Schumpert'ı alıp potaya devrilirken özenle ona taşımaya çalışması onun bir takım oyuncusu olarak oyun zekasının gelişkinlşiğini gösteriyor.
Vidmar bu takım için önemli bir oyuncudur.

Seri başladı, vidalar sıkıldı


Normal koşullarda bomboş şutların bile çemberden geçmeye direndiği bu salonda bu kadar dağınık ve yardımlaşmadan hücum eden bir takımın bir çoğu çalışılmış, planlanmış hücum organizasyonlarına dayanmayan zorlama dış şutlarının nasıl bu kadar yüksek yüzdeyle girdiğine şaşırmalıyız; ama dünkü sıradışı hücum yüzdesini şans faktörü dışında açıklayacak etkenler var.
Maçın bitimine 4 saniye kala artık 10 küsür sayı fark varken ve maç kesin olarak kazanılmışken Rakoçeviç'in boş turnikesini engellemek için kendisini yerlere atan ve o hiç bir anlam ifade etmeyen son sayıyı engelleyen Ömer Onan'ın gözlerinde parlayan ateş anlatıyordu bu durumu. ya da hantallığı ve yumuşak oyunu sebebiyle eleştirdiğimiz Oğuz'un hücumda kaybettiği bir topun ardından topu geri kazanmak için yüksek posttan orta saha çizgisine doğru uçusu, hele savunma yapmayı bilmeyen Greer'in Thornton'u, Charles Smith'i savunmak için gösterdiği çaba özetliyordu dün neden kazandığımızı.
Sezon başında farklı galibiyetler alınırken, bu takım hakkında, kısa oyuncuların tempoyu arttırıp, kendinden zayıf takımlar karşında bireysel yeteneklerini önplana çıkartarak sonuca giden bir kimliğe bürünüyor değerlendirmesini yapmıştık.
Görünen şuydu; birincisi hücumda sadece paylaşmayı değil daha da önemlisi yardımlaşmayı hiçe sayan ve birebir oyunlarla potaya gitmeyi isteyen kısaların bu yetenek gösterilerine dayanan hücum tarzı git gide başıbozuk bir takım görüntüsü yaratacaktır ve bu durumun Tanjeviç'in basketbol felsefesiyle taban tabana zıt olması ortada büyük bir sorun olduğunun işaretidir. Belli ki takım hocanın takımı değil. Hem zaten hocada bu takımın hocası olmamalıydı.
İkincisi; bu takım için içeride tüm sezonun anlamı Efes'le oynanacak final serisiyken sezon boyunca mücadelesini esas olarak ortaya koyacağı, kendini sınayacağı arena Euroleague olmalıyken, uzun oyuncularının katkısını ribaunt ve savunmayla sınırlayan hücumlarda onları kısalarla yardımlaşmaya ve ikili oyunlara fazlaca taşımayan bu başıbozuk hücum düzeniyle ve en önemlisi alamet-i farikası atmak olan, atarak kazanan bir takımla Euroleague gibi sertlik düzeyiyle, savunma konsantrasyonu ve organizasyonlarıyla başka bir dünya olan Euroleague'de başarılı olmak mümkün değil.
Euroleague'de beklendiği gibi direnemedik. Sezonun yerel ligde neredeyse tek anlamı olan final serisi öncesi ise kaygılıydık. Zira, iyi oyuncular alıp kötü bir kadro kurmayı beceren yönetim zihniyetinin bir eseri olarak 3 yıl önceki, ön alan savunmasıyla rakibi yıpratan, onun tüm hücum planlarını alt üst eden ona gözdağı veren ve savunmacı, direnişçi kimliğiyle ön plana çıkan takımdan bu gün elde kalan hücumda topu eline alanın kendi oyununu oynamaya çalıştığı, yardımlaşma ve paylaşımın dibe vurduğu, savunmada konsantrasyonun ve fizik direnişin iyice zayıfladığı yumuşak ve kolay kaybeden bir takımdı.
Tüm sezon kötü hücum eden, hücumda yardımlaşmayı hiçe sayan bir takımın bu alışkanlıkları bir günde bırakıp final serisinin zorluk derecesine uygun olarak hareketli ve paylaşarak, uzunlardan maksimum verimi almaya çalışarak, en doğru şutu bulma düşüncesini öncelik haline getirerek hücum etmesini beklemek hayalcilik olurdu.
Yine de, sonuç olarak final serilerinde vidaların sıkılması, şampiyonluğu isteyen oyuncuların sahada yakacağı direniş ateşi işleri yoluna koyabilir diye düşünüyorduk.
İlk maç sonunda görünen şey, takımın sahanın ortasında bu ateşi yakışıydı. İlk yarıda 20'lere çıkan farkı başka türlü açıklamak mümkün değil, o zor çemberlere sahip salonda hiç olmadığı kadar yüzdeli atabilmenin bir sebebi de bu olmalı; kazanacağına inanmış olmak, kazanmak için parkeleri yiyecek kadar çaba göstermeye hazır olmak.
Final serisinin başladığı kadar kolay süreceğini düşünmeyelim. Bir kere hala kötü hücum ediyoruz. Bu yanlış kurulan kadronun sadece 1 tane oyun kurucusu var. Zorunlu olarak Greer'i orada oynattığınızda hem hücumda nefes almadan, plan yapmadan ve oyun kurmadan oynamak zorunda kalıyoruz hemde topu Greer'a potadan çok uzaklarda vererek onun verimini azaltıyoruz. Greer 1 numara oynarken dribling yapması gerekn yerlerde refleks olarak topu tutup potaya bakıyor ve o an tüm hücum düzeni bozuluyor.
Hücumlarda halen, içeriye top indirmek dışında uzunları hücum düzeninin içine sokamıyoruz. Pick n roll yapmadan, uzunların perdelemelerinden faydalanmadan Efes gibi yüksek konsantrasyonla savunma yapabilen bir takıma üstünlük kurmak zor.
Efes'in 4 kısalı oyununa karşı nihayet çözüm bulabildik. Hem de Vidmar ve Semih'le oynadığımız sürelerde. Burada savunmada hareketlilik kadar hücumda Vidmar'ın Efes'in tek uzununu arkasına alıp ısrarla Schumpert'ı içeri gömen Semih'e topu taşımasının rolü büyük. Vidmar'a kazma, akılsız gibi sıfatları hak görenler utansın.
Eğer seriyi şampiyon olarak noktalarsak bu durumda, Griçek'in gidişi ve Vidmar'ın dönüşünün önemli bir rolü olacaktır. Zira Griçek'in gidişiyle kısa rotasyonunda savunma zaafiyetli oyuncuları 5'er 10'ar dakikayla mutlu etme zorunluluğu ortadan kalkarken pota altında tam anlamda pis işlerin adamı olan Vidmar'ın dönüşü o bölgede direnci arttırdı. Yoksa dünkü Kasun'un karşısında direnmek Oğuz ve Semih için hayli zor olurdu.
Efes dünkü maçta bitmedi. Mutlaka 2. maçta daha dirençli ve hücumda tıkanıklıklarına çözüm bulan bir rakip çıkacaktır karşımıza.

11 Mayıs 2010 Salı

Dünyanın en büyük spor kulübünde bu akşam


Mücadele ettiği her branşta final oynayan takımlara sahip dünyanın en büyük spor kulübü, bu akşam bir şampiyon daha çıkardı.
Basketbolda kızlar, Galatasaray'ı finalde 3-0 lık seriyle geçip, namağlup şampiyon oldular.
Öpüyoruz hepsini gözlerinden.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Neresinden tutsan elinde kalan takımla finale


Erkek basketbolda yarı final serisi, sezon başında yanlış hamlelerle geçirilen transfer sezonunun ve dağınık, amaçsız, başıboş oynanan maçlarla geçirilen koca bir sezonun yarattığı defoların tüm açıklığıyla ortaya çıktığı bir maçla başladı.


Takımın normal sezondaki; boşvermiş, amaçsız, dağınık görüntüsü play-offların başlangıcıyla birlikte vidaları sıkılmaya başlanmış bir takım görüntüsüne doğru evrilmeye başladı.
Bornova serisi, vidalarını sıkmaya, işin ciddiyetini bilince çıkarıp oynamaya başlayan Fenerbahçe'nin bu haliyle normal olarak kolayca kazandığı maçlara sahne olmuştu.
Yine de, sezon boyunca özellikle savunma direnci ve zorluk derecesi yüksek maçları kazanma becerisi konusunda fazlaca kendini geliştiremeyen takımımız açısından Bornova serisindeki görüntü şampiyonluk konusunda ümitlenmemizi sağlamaya yetmedi.


Kendisinden daha zayıf ve dar kadroya sahip takımlara karşı oyunu hızlandırmayı becerdiği zaman kolayca kalite farkını ortaya koyan bir kadro var. Ama sezon başından bu yana oturtamadığı hücum düzeni bir kenara, zayıf ve dağınık savunmasıyla final serisi için hazır bir takım görüntüsü vermiyor. Sezon başında iyi oyuncular alıp kötü bir kadro kurmuş olmanın defolarıyla başa çıkmak kolay değil tabii. Bu defolar Euroleague'e kapasitemizin, beklentilerimizin çok altında bir sonuçla veda etmemize sebeb oldu. Muhtemelen Efes'le oynanacak final serisinde de, yanlış kurulan kadro en büyük handikabımız olacaktır.
Defoların en önemlisi; bu takımın 3 yıl içerisinde yaşadığı karakter değişimidir.


Herşeyden önce savunma direnciyle kazanma arzusunu sergileyen ve takım olarak hem hücumda hem de savunmada yardımlaşmayı en üst seviyede uygulayabilen bir ekip buharlaşıp giderken bugün elimizde kalan ancak yüksek tempoyu tutturabildiği zaman kadro kalitesinin farkıyla kendinden daha zayıf ekiplere üstünlük sağlayabilen, kazanma arzusunu sadece tempolu ve kolay sayı bulunabilen maçlarda sergileyebilen, bu görüntüsüyle sadece Türkiye ligi için iddialı olabilecek yumuşak ve sadece ''hücumcu'' sıfatını hakeden bir ekiptir.
Önemli bir başka defo ise bu takımın Euroleague'den çok erken elenmiş olması sebebiyle kendisini zorlayacak, geliştirecek türden maçları fazlaca oynayamamasıdır. Ki, zaten yukarıda anlattığımız gibi sadece yüksek tempoda ve geniş alanda oynadığında etkili olabilen bir takıma dönüşmekte bu durumundan önemli bir katkısı var.


Yanlış kurulan kadronun, rotasyonu verimli biçimde kullanmaya engel olması da önemli bir dert. Sezonun önemli bir bölümünde oyun kurucusuz oynayıp, hücum düzenini bir türlü oturtamamış takıma Ukiç gibi çabuk oynama becerisi dışında takım arkadaşlarını oynatmayı becerebilen ve savunma becerileri de yüksek bir oyun kurucu transferi koca sezon boyunca yönetimin yaptığı tek doğru hamleydi. Ama oyun kurucu konusunda hala büyük bir dert var. Bu takımın Ukiç dışında oyun kurucusu yok, bu durumda aslında bir oyun kurucuyla beraber 2 numara olarak oynadığında ve özellikle istediği tempoyu bulduğunda durdurulması çok güç olan Lynn Greer çok zaman Ukiç'in dinlendirilmesi için kullanılıyor.


Oyunu Greer gibi tek düşüncesi potaya ulaşmak olan bir oyuncuyla kurmak hem zaten hücum anlayışında takım olgusunu hiçe sayan, topu alanın hiç bir yardım almaksızın kendisine şut pozisyonu yaratmaya çalıştığı bir takımın hücum düzensizliğini içinden çıkılmaz bir karmaşaya sokuyor hem de Greer'in verimini azaltıyor. Greer'in refleksleri oynatmak üzere gelişmemiş ama en iyi savunmalar karşısında dahi ekmeğini taştan çıkartıp sayı bulabilecek müthiş bir silah. Onu oyunkurucu olarak oynattığınızda, rakibi darmadağın edebilecek olan silahınız sizin düzeninizi de dağıtabiliyor. Tabii bu durumda koçun değil oyuncuların takımı yönetiyor oluşu da önemli bir etken.


Hücum düzenin oturtulamaması ve yaşanan başıbozukluğun, hareketli ve özellikle de potaya yüzü dönükken durdurulması çok güç hücum silahları olan uzun oyuncularımızın verimli kullanılamamasının da önemli bir sebebi olduğunu söyleyebiliriz. Oysa hem Ukiç hem de Preldziç penetre yapmayı iyi bilen yaparken de rakip savunmanın yanlış kaymalarını görebilen çok zeki asistçiler. Ama hücum düzeni oturmamış, hücum setlerini iyice çalışmamış takım genelde bireysel olarak hücum ediyor.


Bu hücum düzensizliğiyle Banvit serisini de geçebiliriz ama Efes gibi takım savunması Eurolegue seviyesinde sınanmış bir ekibe karşı yardımlaşmalı, uzunların penetreleriyle kısalara koridor açıp, kısaların hareketli uzunları besleyebildiği hücumlara ihtiyaç duyacağız. Ama sorun tam da şu noktada düğümleniyor; tüm sezon boyunca topu elinde tutanın savunmacısını geçip kendine pozisyon yaratmaya çalıştığı garip bir düzensizlikle hücum eden takım bu alışkanlıklarından vazgeçip yardımlaşmalı bir hücum düzenine nasıl kavuşacak.

Bu takım Banvit serisini zorlansa da geçecektir. Kadro kalitesi de zaten bunu gerektiriyor. Ama bu kadar savunma zaafiyetiyle daha da önemlisi savunma yaparak maç kazanmayı düşünmeden oynamaya alışmışken final serisini kazanması için gerekli oyun karakterini bu kısa süre içerisinde nasıl kazanacak orası da soru işareti olarak kalacak.

Ezikle büzüğün maceraları


Fenerbahçe çok pis koyar


Sezonu ne güzel özetledin be Cristian

7 Mayıs 2010 Cuma

Kızım sen manyak mısın ?


Dün tribünde aferin Birsel, bravo falan diye bağırıp duruyordum ama asıl söylemek istediğim tam olarak başlıktaki cümleydi.
Dünkü maçı kazara Sue Bird seyretmiş olsa, kadıncağız komplekse girerdi.
Bir de dip not düşelim; sarı meleklerin şampiyon olduğu salonda anons edilirken o sırada ısınma hareketleri yapan Birsel'in yumruğunu sıkıp, hoplaya zıplaya sevinmesi de gözümüzden kaçmadı.

Final serisi 1. maç sonrası


Maçın en ilginç notu sanırım, Nicole Powell'la birlikte neredeyse sıfır katkıyla oynayan Sutton Brown'un maçı koparan sayıyı kendisinden hiç beklenmedik bir şutla bulmasıydı.
Dar rotasyonun Fenerbahçe'yi bu seride zorlayacağını düşünüyorduk buna karşılık Galatasaray'ın halen sorumluluğu sadece Catchings ve Sophia Young'a yükleyip, yerli oyuncularını bir türlü devreye sokamamasının ve takım olmayı becerememesinin yarattığı handikabın bizim kadro darlığımızdan çok daha yakıcı bir sorun olduğunu da biliyorduk.
Maç boyunca iki takımda bu zaaflarının etkilerini tüm yakıcılığıyla yaşadı.
Caferağa'da oynanan normal sezondaki maçın bir kopyası gibi başladı maç.
Galatasaray çok iyi bir lider olan ve savunmasıyla tüm takımı oynamaya sevkeden Catchings'in önderliğinde çok sert savunmayla ve yüksek bir konsantrasyonla başladı maça. Galatasaray kadar sert ve cüretkar olamayınca hücumda çok zorlandık, Fenerbahçe'li oyuncuların her hücum denemesinde maç sonunu oynuyormuşcasına dirençle savunma yapan Galatasaray'lı oyuncular yine bir anda öne fırlayıp, farkı açtılar.
Burhan Felek'ten çıkıp Caferağa'ya yetişmeye çalışan taraftarın ancak ilk periyot biterken salona yetişebilmesi de uyuyan takımın geç uyanmasının sebeblerinden birisidir belki de.
Neyse ki bu uyku hali uzun sürmedi, ilk dakilarda hücumlarda üretken olabilen tek oyuncumuz Penny'nin çok erken aldığı 2. faul sonrası kenara gelişiyle kaygılandık ama Esmeral uzunlarımızın oyundan bu kadar uzak oldukları bir maçta yapılması gereken doğru işi yapıp sürekli olarak penetreyi deneyince nihayet hücumda üretken olmayı becerebildik. Nilay'ın istekli ama ağır kalmasıyla kötü savunması uzunları bir türlü kullanamadığımız maçta işimize yaradı.
Nereden bakılırsa bakılsın iki taraf açısından da çok iyi bir mücadele vardı sahada. Ama yine iki takım açısından da, yanlış kurulan kadroların zaafları tüm açıklığıyla ortaya çıktı.
Birsel'in, Sue Bird'ü bile kıskandıracak türden performansı ikinci yarıda takımı ateşleyen en önemli faktör oldu. Beklediğimiz gibi, ön alan savunmasında çok başarılı olan üçlü (Birsel-Esmeral-Taylor), Galatasaray'ın hücum düzenini alt üst etti. Catchings transferiyle oyun kurucu mevkisini iyice boşlamak zorunda kalan Galatasaray'ın Catchings-Young ikilisi dışında hücum opsiyonu olmayınca ibre iyiden iyiye bize dönüverdi.
Ama serinin kalan bölümüyle ilgili soru işaretleri oluşmadı değil kafamızda;
Bir kere Powell ve Sutton-Brown'un kafalarının kesinlikle bu seride olmadığı çok açık. Zaten dar olan rotasyonda ciddi bir handikap doğuruyor bu durum.
Uzunlarımız Galatasaray maçlarında alıştığımız üzere çok fazla hücum ribaundu veriyorlar, Galatasaray'ın pota altı oyuncuları bizmkilere ters geliyor. Aslında uzun oyuncularımız rakibe oranla daha fazla hücum alternatifine sahip. Hem yüksek posttan şut atabilme, hem klasik pivot hareketleriyle bitirebilme hem de yüzü potaya dönük ve hareketli halde ikili oyunlarla sayı bulabilme yeteneklerine sahip bir uzun rotasyonuna sahibiz. Ama Ebony sahada yokken Galatasaray'a çok fazla hücum ribaundu ve ikinci şans veriyoruz.
Penny ve Esmeral'in penetre ısrarları, akıllı hücumları yüzümüzü güldürdü ama onlar rakip savunmayı delmeye çalışırken uzunlardan yollarını açacak penetreler, yardımlar neredeyse hiç gelmedi. Bulduğumuz sayıların bir çoğu Penny, Esmeral ve Birsen'in fizik güç ve zekalarıyla yaratılan pozisyonlardı.
Powell sert ve konsantrasyonu yüksek savunma karşısında boş şut şansı bulamayınca tamamen koptu oyundan. Güçsüz ve ağır görüntüsüyle acaba Ajavon'u mu kullanmak lazım sorusunu akla getiriyor.
Tüm bu sorunların ardında coaching hatalarını bulmak mümkün ama geçen sezon sonunda yapılması gerekenleri atlayıp bugün bombayı Aydın Uğuz'un kucağına bırakan yönetiminin öngörüsüzlüğünün faturasını ona çıkartmak haksızlık olacaktır.
Maçın sonlarına doğru fark açılmışken bir anda kaptırılan 2 topla skorun tekrar dengelendiği anlarda Nedim Karakaş'ın karşı tribünden kalkıp Aydın Uğuz'a yapması gerekenleri işaret etmeye çalışması yakışık almadı. Böyle bir müdahaleden sonra ne hocanın kendine özgüveni ne de oyuncunun hocaya itimadı kalmaz.
Neyse ki, başta maç boyunca takımı ateşleyen savunması, o kısacık boyuyla aldığı hücüm ribauntları, Zafer Kalaycıoğlu'nun yegane numarası olan tam saha baskıyı çöpe atan sakinlikte oyun kuruculuğuyla maçı adeta 5 kişilik oynayan Birsel olmak üzere, final serisinin gerektiği gibi sert ve kazanmayı isteyerek oynayan oyuncular son nefeste maçı kopardılar.
Bu maç için son söz olarak şunu hatirlatalım; Fenerbahçe'nin en çok ribaunt alan oyuncusu takımın guardı ve en kısası olan Birsel'di. Zaten maç boyunca gözlerinden ateş fışkırırcasına oynadı.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Gecikmiş bir geçmiş olsun dileği


Atladık, ayıp ettik...
Geçmiş olsun Begüm.
Döndükten sonra umarım daha fazla süreler alırsın.

Final serisi değerlendirmesi


Final serisinin başlamasına saatler kala seriyle ilgili kısa bir değerlendirme yapmak lazım.
Öncelikle iki takım arasındaki son maçın, savunma ve fizik güç ağırlıklı, yüksek konsantrasyonla ve takım oyunundan hiç ödün vermeden oynanmış oluşuna bakarak, birbirinden değerli oyunculardan kurulu bu iki takımın final maratonunun Euroleague finallerini aratmayacak ölçüde sert ve mücadele düzeyi yüksek maçlara sahne olacağını beklemek yanlış olmaz.
Bizim cenahta, sezon başında bile bile bu kadronun kapasitesinin ve bu kadrodan beklentilerin altında bir hocayla yola devam edilmesi yanlıştı, bu yanlıştan dönülmeyeceğini ama bu yanlışın bir yerde patlayacağı gün gibi açıkken play-off lar arefesinde olan oldu. Şu aşamada, olanları tartışmak anlamsız. Aydın Uğuz'un görgüsüne, Fenerbahçe'liliğine, oyuncularla olan güçlü iletişimine, bu şubede yıllardır verdiği emeğe paralel olarak kazandığı deneyimine güveniyoruz.
Galatasaray cephesinde ise harcanan paralar ve yapılan önemli transferlere rağmen takım olamama sorunları çok fazla baş ağrıtırken, play-off lara girilirken ciddi bir toparlanma ve gelişme süreci yaşandığı görülüyor.
Fenerbahçe'nin rotasyonunun dar oluşu, Galatasaray'da ise zor zamanlarda sorumluluk altına girenlerin sadece yabancı oyuncular oluşu serinin gidişatını belirleyecek önemli handikaplar gibi duruyor.
Fenerbahçe, takım düzenini daha da önemlisi kadro kimyasını oturtmuş bir takım oluşuyla seriye bir adım önde başlıyor, Galatasaray son transferi Tamika Catchings'le önemli bir iş yapmış oldu. Catchings sadece önemli bir yıldız değil, savunması üst düzeyde olan ve takımını kazanmak için ateşleyebilen bir lider. Zaten Galatasaray'ın, kaliteli oyunculardan kurulu ama kolay teslim olan takım yapısında onun gibi bir lider oyuncunun eksikliği önemli bir gedikti.
Ama Catchings'in gelişiyle oyun kurucusuz bir takım olmayı seçtiler, herhalde final serisinde başlarını en çok ağrıtacak konu da bu olacaktır.
Nilay önde baskıyı yiyince, çabuk oynamayı seçiyor ama Fenerbahçe gibi arı çalışkanlığında savunma yapan üç ön alan oyuncusuna (Birsel-Esmeral-Taylor) sahip Fenerbahçe karşısında Nilay'ın bu tercihi aceleci ve çok yop kaybı yapılan bir düzensizliğe tekabül edebilir.
Bu durumda Catchings'e hücumda etkili olacağı alanlarda topu taşımak yerine ondan topu karşı alana götürmesini istemek Galatasaray'ın hücum planlarını alt üst edebilir.
Bu senaryonun yaşanmasını bekleyebiliriz. Ama bizim takımın rotasyon sorunu, Galatasaray'ı bozacak böylesine etkili bir tam saha presi ve etkili ön alan savunmasını üst üste oynanacak 3-4 maçta uygulamayı zorlaştırabilir. Bu noktada, Begüm'ün sakatlığı beklenenden çok daha önemli bir handikap olabilir.
Herşeye rağmen kendi taraftarın önünde ve taraftar desteğini arkasına alarak oynayacak takımımızın Galatasaray karşısında bu ilk 2 maçtaki en önemli silahı guarda uygulanacak baskıyla rakibin hücum düzenini alt üst edebilme becerisi olacaktır.
Sezon başında Galatasaray'a oranla en büyük zaafı pota altında yaşadığımız söylenebilir. Ebony'nin dönüşüyle birlikte bu handikap büyük oranda giderildi. Yine de Galatasaray'a oranla şutu, çabukluğu, ikili oyunları oynama becesi daha yüksek oyunculara sahip olmamıza rağmen Galatasaray'ın uzunlarının sertliği ve yer tutma becerilerinin özellikle onlara hücum ribaundlarında önemli bir avantaj sağladığını söylemek lazım.
Savunmada çok fazla ribaunt vermek bazen her şeyi alt üst edebiliyor. Rakibinizin tüm hücum silahlarını büyük bir özveri ve konsantrasyonla susturmayı başarmışken, bir anlık bir dikkatsizlikle onlara bir kez daha hücum etme şansı vermek kadar savunma direncinin dibine dinamit koyacak başka bir şey yoktur. Ebony sahadayken bu zaafı giderebilir ama onun kenarda olduğu sürelerde Galatasaray hücum ribauntlarıyla 2. şansları yakalayabilir.
Fenerbahçe'nin Galatasaray'a karşı en önemli avantajı, oturmuş kadrosu ve her alanda sorumluluğun tüm oyuncularla paylaşılıyor oluşuyken, Galatasaray Catchings'in liderliği, Katie Douglas'ın öldürücü şutları, Young'ın pota altındaki dağıtıcı gücü, Leuchanka'nın bizim uzunlara ters gelen sürprizleriyle üstünlük kurmaya çalışacak.
Galatasaray'ın, bu güne dek pek verim alımadığı yerli oyuncuların bu seride önemli bir atılım yaşamamaları durumunda toplamda 3 maç Fenerbahçe'ye üstünlük sağlaması pek mümkün görünmüyor.
Sert ve zor maçları daha iyi oynayan takımımızın dar rotasyon sebebiyle düzeni bozulmadığı sürece final serisinin galibi olarak ard arda 5. şampiyonluğuna ulaşacağına inanmak için çok sebebimiz var.

Üsküdar-Kadıköy


Günün ulaşım aracı budur.

Saat 18:30'da sarı melekler şampiyonluk için VGSTTT (Vakıfbank Güneş Sigorta Türk Telekom), nam-ı diğer birleşik müessese gücü karşısına çıkıyorlar.
Maçtan sonra Usküdar - Kadıköy dolmuşuna atlayıp 20:30'da Caferağa'ya yetişmek gerekiyor.
Tabii, önceki Fenerbahçe-VGSTT maçlarının 2 saati aşkın bir sürede ancak sonlandığını düşünürsek işler biraz sarpa saracaktır.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Final başlıyor


Kraliçeler, son yıllarda alışık olduğumuz üzere yine; ''bu kez seriyi sonlandıracağız'' iddiasını yüksek sesle dillendiren Galatasaray'a karşı final serisine Perşembe günü başlıyorlar.
Bu sezon Türkiye ligleri ve kupalarında oynadığı tüm maçlarda sadece 2 maç kaybeden ve kazanabilecekleri 2 kupayı bu maçlarda yitiren kraliçeler için tüm sezon akıttıkları terin, verdikleri emeğin somut karşılığını alma zamanı geldi.
Ligde nağmağlup ilerlerken 2 kupada 2 mağlubiyetle 2 kupa kaybetmenin sinir bozucu bir durum olduğu kesin ama ligde normal sezonda ve play-off'larda yenilgisiz bir koşuyla şampiyonluğa giden kızların şampiyonluğu kaybedeceklerini düşünmek doğru olmaz.
Bu ligin en iyi takımı olduklarını defalarca kanıtladılar.
Aslında, son zamanlarda voleybolcuların başarısı Fenerbahçe salon sevdalılarının ilgisini, enerjisini Caferağa'dan, Abdi İpekçi'den Burhan Felek'e doğru yönlendirmesine sebeb oldu. Bahar ayları Fenerbahçe taraftarı için atkısını, pankartını olduğu gibi yatağını yorganını kapıp sevdasının peşine koştuğu bir dönemdir.
Mücadele ettiği her branşta final oynayan takımlara sahip bir kulübün taraftarı olmak kolay değil tabii.
Şimdi de kraliçelerin en fazla desteğe ihtiyaç duydukları günler geldi.
Son 11 yılda 10 kez final oynayıp, bizlere 7 kez şampiyonluk sevinci yaşatmış olan takım önemli bir gelenk ve süreklilik sağladı. Önümüzdeki yıl önemli trasferlerle ve hatırı sayılır bir bütçeyle bu takımın vites arttıracağını yıllardır eşiğinden döndüğü Avrupa'nın bir numaralı kupasında final oynama rüyalarımızı gerçekleştireceğine inanıyoruz.
Ama öncesinde bir kez daha; şampiyonluk mücadelesi verdiği rakibinin koçunu, oyuncularını defalarca transfer hukukunu ve yerleşmiş etik kuralları hiçe sayarak, gizli kapaklı işlerle ayartmaya çalışan Galatasaray'a bu ligin en iyisinin kim olduğunu, kirli oynayarak kazanamayacaklarını göstermek lazım.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Kızların final programı


06.05.2010 Perşembe
20:30 FenerbahçeGalatasaray (Caferağa Spor Salonu) D Spor

08.05.2010 Cumartesi
17:00
Fenerbahçe Galatasaray (Caferağa Spor Salonu) D Spor

11.05.2010 Salı
20:00
GalatasarayFenerbahçe (Abdi İpekçi Spor Salonu) D Spor

13.05.2010 Perşembe (gerekirse)
20:00 Galatasaray Fenerbahçe (Abdi İpekçi Spor Salonu) D Spor

16.05.2010 Pazar (gerekirse)
17:00 FenerbahçeGalatasaray (Caferağa Spor Salonu) D Spor