30 Aralık 2010 Perşembe

Bu kadar telaş iyiye işaret değil


İlginç bir maç oynadık Galatasaray'la. Maç beklediğimizden farklı başladı aslında. Taraftar desteği ve liderlik ihtimalinin bile Galatasaray'lı oyunculara artı bir motivasyon kaynağı oluşuyla baskılı sert savunmada ve hızlı oyunda becerisi yüksek oyunculardan kurulu Galatasaray'ın iyi bir başlangıç yapacağını düşünüyorduk.
Fenerbahçe'nin baskı karşısında düzen içinde hücum etme, ritm bulma çabasındaki oyuncuların gereksiz dış şutlarla bu düzensizliği iyice körükleme sorunları varken kötü bir başlangıç olasıydı. Sonrasında ise tecrübe ve kıtanın en üst düzey liginde yıllardır oynamanın kazandırdığı yetenekler devreye girer ve oyunun kontrolünü Fenerbahçe eline alır diye düşünmüştük.
Şaşırtıcı biçimde tersi oldu.
Fenerbahçe hücumda derli toplu oynamasa bile boğucu bir savunmayla başlayıp, dağınık görünen Galatasaray karşısında ilk yumruğu atan taraf oldu.
Ama asıl şaşırtıcı olan Fenerbahçe'nin maçın büyük bölümünde oyunun kontrolünü elinde bulunduran taraf olmasına rağmen kırılma anlarında rakibine hep boyun eğişiydi. Geri düştüğü anlarda, arada kolaylıkla kapatılacak bir fark varken dahi telaşla hücum edip atamayan ardından dağılıp savunmaya dönemeyen ve maçı bu şekilde kaybederken Euroleague tecrübesine sahip olan taraf sanki Fenerbahçe değil Galatasaray'dı.
Fenerbahçe'de yedek guard sorunu artık can sıkıcı hale geldi, bereket Engin'in takıma dahil oluşuna az kaldı ama elbette onun dönüşünün bu sorunu çözüp çözemeyeceği belirsiz. Uzun sakatlık sonrası dönüşünde, yeni takımına uyum süreci, fiziksel yetersizlikler, dönüşünün sezonun kritik bir evresine denk geliyor oluşu gibi sorunlar var önünde.
Sadece guard sorunu değil Fenerbahçe'nin yaşadığı, kısaların hiçbiri bileğine çok güvenilir şutörler değil. Ömer bu sezon takımın en istikrarlı şutörü gibi görünse de onun aıl işi bu değil. Preldzic asla güvenilir bir şutör olmadı, Tomas'da boş şutu bulmuşken ''tamam bunu soktu'' diyebleceğimiz bir oyuncu değil. Ama bu mesele bu sezon transferle çözülecek bir sorun değil. Bu sorunun çözümü için yapılacak bir hamle takımdaki tüm rolleri yeniden dağıtmayı gerektirir ki sonrasında işler arapsaçına döner. Fenerbahçe bu sezon bu karın ağrısını çeke çeke oynayacak gibi. Takımın bileğine güvenilir bir şutörünün olmayışı gerçeği su yüzüne yeni çıkmış değil, sezon başından bu yana bu gerçekle yaşıyor takım. Muhtemelen Spahija'yı rahatsız eden bir sorun değil bu. Aksine bileği iyi olanın değil, en iyi pozisyonu bulanın atmasını daha çok tercih ediyor sanki. Ama bu kadar ritmini bulamamış oyuncu birarada olunca insanın canı sıkılıyor.
Galatasaray iyi takım. Sezon başından bu yana Efes'ten daha fazla çekindiğim bir ekip. Kısa savunmaları müthiş, pota altı savunmaları takımın karakteri dolayısıyla yumuşak değil ama kötü. Tutku nihayet kendinden beklentileri karşılayacağı bir role soyunmuş gibi (tabii onun kötü gidiş başladığında yelkenleri suya çabuk indiren bir oyuncu olduğunu da unutmamalı). Haluk'un, Ermal'ın deneyimi, Oktay Mahmuti'nin disiplinli takım yaratma çabasının sahadaki izdüşümü adeta. Galatasaray yıllardır ilk kez iyi yolda. Ama Fenerbahçe dünkünden çok daha zor 3 deplasmana giderek ve belki de bu deplasmanlarda zaman zaman farklı skorlarla geri düşerek ve dünkü gibi kötü hakem yönetimleriyle karşılaşarak TOP 16 oynayacak.
Dünkü 4-5 sayılık geri düşüşlerde yaşanan dağınıklık, telaş iyiye işaret değil. Spahija'nın bu telaşa ortak oluşu ise umarım bir daha yaşanmaz.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Gençler Final Four


Erkek basketbol takımı için sezon başından beri, bu takım final four oynar diyenlere henüz çok erken 2-3 senesi daha var diyorum. Ama genç takım ağabeylerinden önce Euroleague'de final four oynayacak gibi.
Nike International Junior Tournament'in Roma ayağında grubunu 2 galibiyet 1 yenilgiyle lider kapatan genç takımımız bu akşam Siena ile final four'a çıkmak için mücadele edecek.
Geride kalan 3 maçta oyuncularımızın ilgi çekici istatistikleri şöyle;
Berkay Candan 104 dk; 39 sayı, 28 ribaund, 4 asist.
Erbil Eroğlu 70:10 dk; 19 sayı, 4 ribaund, 5 asist
Kerem Hotiç 69:30 dk; 38 sayı, 2 ribaund
Nuri Gül Güney 83:40 dk; 45 sayı, 23 ribaund, 6 asist
James Metecan Birsen 45:36 dk; 16 sayı, 11 ribaund 2 asist

27 Aralık 2010 Pazartesi

Nike International Junior Tournament

Şu sıralar gözden kaçan bir turnuva oynanıyor. organizasyon ULEB'e ait. Nike International Junior Tournament.
Gençlerin Eurolegue'i. 3 gün boyunca içlerinde Fenerbahçe'nin de olacağı 24 takım 3 ayrı şehirde her şehirde 2 gruptan 8'er takım olacak şekilde mücadele edip Mayıs ayında Barcelona'da yapılacak final four'a kalmaya çabalayacak.
Bizim gençler, Roma grubunda yeralıyorlar ve ilk maçlarını bugün İtalyan Benetton takımına karşı oynayıp kazandılar. 2 . maçta rakip bu akşam grubun favorilerinden Lietuvos Rytas.

Takımımızın ilk maç istatistikleri, turnuva kadrosu ve tüm gruplar şu şekilde.







ROMA GRUBU


L'HOSPITALET - İSPANYA GRUBU

BELGRAD - SIRBİSTAN GRUBU

25 Aralık 2010 Cumartesi

Tofaş maç notları


Bugünkü Tofaş maçı, sezonun en zevksiz maçlarından birisini sahne oldu. Can Maxim ve Rasid Mahalbasic'in maçın en skorer iki oyuncusu olması dışında üzerine değinilecek pek fazla bir şeyde yoktu maçta.
Kısa kısa bir iki not düşmek gerekirse;
- Mirsad 35'ine merdiven dayamışken adam oldu. Tamam bazen bildiğin Mirsad atışlarını yapıyor ama ilk kez herkesle bu kadar uyumlu ve takımdaki her oyuncuya bu kadar saygılı. Kenardayken kavgacı değil güleryüzlü.
- Can Maxim, ekseriyetle maçlar kopmuşken oyuna giriyor bu yüzden hakkında derli toplu bir değerlendirme yapmak mümkün değil. Ama onun zaten cesur bir şutör olduğunu biliyoruz, potaya bakmaktan bugünde korkmadı A takım kariyerinde ilk kez takımının en fazla sayı atan oyuncusu oldu. Uzunların perdelerini değerlendirip penetre etmekten çekinmemesi çok mühim ama tam ritmini bulmuşken işin suyunu kaçırıp saçma bir hücum faul yaptı, bunları yapmamayı öğrenecek. Skor almış başını gitmişken değil, kafa kafayayken daha fazla oynarsa savunma sertliğini de geliştirme şansı bulacak. Bugün 2 hücum ribaundu aldı. Ki bundan önceki maçlarda da yaptı bunu, aslında hücum ribauntlarında ortalığı bu kadar karıştırması karakteristik özelliği değil ama bu düzeyde kendini kabul ettirmek için ekstra işlere soyunuyor.
- Can'la beraber Erbil'e de dikkat etmeli. İlk zamanlarda hayli ürkekti. Bugün hem hızlı hücuma çıkartmaya çalıştı takımı hem de sık sık penetre etmeye kaltı bu özgüveninin gelişmeye başladığının işaretidir. Sırada bekleyenler gençleri de yüreklendirir onun bu hali.
- Öte tarafta Mahalbasiç hakikaten iyi kumaşmış. İyi bir guardla oynasa Yüksek posttan ışık hızıyla içeri devrildiği o pozisyonlarda eline topu ulaştırabilen olsa daha da fazla atardı. Bileği düzgün, adımları düzgün, koordinasyon yeteneği yüksek ama henüz pota altı oyuncusu değil. Sertleşmeli, itiş kakıştan yılmamalı, geleceği pivot mevkisinde değil 4 numarada gibi görünüyor.

- Emir ve Tomas bir terazinin iki kefesi gibi biri yükseliyor diğeri düşüyor.

- Lavrinoviç iki maçtır savunmada çok çabalıyor, özel olarak buna dikkat edilmeli. Takımın Greer'la beraber en kötü savunmacısı her topa el sokuyor.

- Oğuz hata yapınca, ertesi pozisyonda saçmalamak zorunda mı ? Bu çocuğun hata yaptığı pozisyonu ardında bırakmayı öğrenmesi lazım.

- Maçın 2. yarısı boyunca pota arkasındaki tribünden Ömer Abi, (Kinsey'i kastederek) Zenci Abi forma versenize diye bağırıp, Ömer'e yeter ulan dedirten, Cenk Renda'ya maçı terkettiren ve bizim kafamızı s...n çocuk maç çıkışında salondan metrobüse kadar tek başına hiç susmaksızın tezahuratlar yaparak yürüyerek cümle Ataköy sakinlerininde kafasını s...ti. Bu çocuktaki enerjiye sahip bir önliberonun acilen futbol takımımıza transfer edilmesini talep ediyorum.

24 Aralık 2010 Cuma

Eyvah Ruslar gelemiyor


Euroleague'de sezonun en büyük hayalkırıklığı hiç kuşkusuz CSKA'nın grubunda sonuncu oluşuydu. 2002-03 sezonundan bu yana tüm final fourlarda yer alan bir efsanenin, Avrupa basketbolunun kıt imkanlardan harikalar yaratmasıyla ünlü hocasıyla bir araya geldiği sezonda yaşadığı çöküş akıl alır gibi değil. Sezon hazırlıkları kapsamındaki Amerika turnesiyle takımı henüz sezon başlamadan yıpratan CSKA yönetimi bu çöküşün birinci elden sorumlusu sayılmalı.
Sezona kötü ve yorgun başlayan, peşpeşe yediği yumrukların etkisinden kurtulmayı başaramayan CSKA'nın bu çöküşünde takımın kilit oyuncuları Jr. Holden'ın rahatsızlığı, Siskauskas, Khrypa, Sasha Kaun'un sakatlıkları da önemli bir rol oynadı. Ama en kötüsü de Vujosevic gibi bir koçun görevine son verilmesi oldu.
Öte tarafta CSKA'nın hemşehrisi Khimki Moscow'da ışıltılı ve Eurolegue tecrübesine sahip oyunculardan kurulu kadrosuna rağmen ilk tur gruplarından çıkmayı başaramadı.
Sergey Monya dışında kadroda fazlaca sorumluluk alan Rus oyuncusu olmayan Khimki'de Amerika'lı guard Keith Langford normal sezonun MVP'si olurken onun dışında Tomas Kelati, Sergey Monya, Benjamin Eze, Zoran Planinic gibi üst düzey oyuncuları TOP 16'da seyredemeyeceğiz.

Yeniden doğuş


Öncelikle şu söylenmeli; Euroleague'de 4 yıldır kendisinden güçlü takımlar karşısında sürekli olarak ezilen, henüz maç başlarında havlu atan Fenerbahçe'nin bu sezon hem Siena'yı hem Barca'yı yenip grup maçlarını Barca'nın önünde kapatması bu takımın geleceği açısından çok önemli.
2. torba 3. torba tartışmasından önce bu takımın iddiasını göstermesi ve özgüvenini sağlaması açısından muazzam bir iş bu.
Özellikle Vidmar'ın sakatlığı ve her maçı aynı ciddiyetle oynamanın verdiği yıpranmanın etkilerinin ortaya çıkışı sonrası sezon başında bazı taraftarlarda oluşan ''bu takım kesin final four oynar şımarıklığı'' yerini ''bu takım zaten Euroleague için zayıf bir kadroya sahip'' düşüncesine doğru evrilemeye başlanmışken kader maçını farklı bir skorla kazanmayı başardı.

Cholet, bu düzey için güçlü bir takım olmayabilir ama karşısında oynamanın zor olduğu, ters bir takım. Onlara karşı hızlı hücum etmek çok zor, bir kere kolay kolay ribaunt vermiyorlar, geriye çok çabuk koştukları gibi geri koşarken bile her topa el sokuyorlar.

Onların atletik ve çalışkan görüntüleri her takım için başa bela ama dünkü maçtaki gibi onları bir kez çözdünüz mü arkası geliyor. Hücum silahlarının az, skor seçeneklerinin dar oluşu sebebiyle geri düştükleri maçları çevirmeleri zor oluyor.

Erman Kunter'in Fransa'daki maçta yaptığını burada da denemesi şaşırtıcıydı aslında. Yine Fenerbehçe'yi dış şut atmaya çağırdı ve yine Fenerbahçe peşpeşe kaçırmaya başladı. Henüz ilk 5 dakika dolmuşken yanlış saymadıysam 9 hücumda 6 üçlük kullanmıştı takım. Neredeyse tamamı boş şut olan 6 üçlüğün sadece 1'ini sokan ilk periyodun sonlarına dek tek bir asist dahi yapamayan takımın Ukiç'in dönüşüne rağmen oyun kurucu aklından yoksun oynayışı kaygı vericiyken, Spahija hiç durmadı hep denedi.

Hücumdaki bu şuursuzluğa çözüm için Greer'i, Kinsey'i çok erken kullanmaya başladı ama Cholet'nin Fenerbahçe'yi hücumda kitleyen oyununun çözülüşü Preldziç'in bu sezon ilk kez suratını düşürmeden sahada yeteneklerini sergilemesiyle, Oğuz'un pota altını dömine eden hücum aklını ortaya koyuşuyla ve Mirsad'ın Cholet'nin kavgacı uzunlarına onlar gibi oynayarak cevap verişiyle gerçekleşti.

İlk yarının ortalarına dek hiç asist sonrası sayı bulamamış olan takımın maçı 28 asistle bitirişi ilginç ve önemli bir nottu. Aynı şekilde Fenerbahçe'de en kötü sezonunu yaşayan Preldziç'in yaptığı 11 asist ve takımı oynatma becerisini yeniden sergilemeye başlaması dışında özgüvenini yeniden kazanmış oluşu gelecek için çok önemliydi. Tabii, Mirsad'ın bu sezon yaşadığı büyük değişime değinmeden olmaz. belki de kariyerinde ilk kez takım içinde bir lider gibi davranıyor, sorumluluk alırken alışılageldik sorumsuzluklarını sergilemiyor, hakemlerle diyalogtan bile kaçınıyor. Dün kendisine sinirlenip, topu üzerine fırlatan Kinsey'i bile hoşgörüyle karşıladı. Aslında ondaki değişim bir bütün olarak takım içerisinde bu sezon sağlanan havayla ilgili. Aydın Örs ve Spahija'nın takıma güven ve sevgi ortamı yaşattığı çok açık.

Bir kez öne geçtikten sonra maç boyunca Cholet'nin kendisine yaklaşmasına izin vermeyen bir ciddiyetle oynadı takım ama yine de sözkonusu olan TOP 16 gruplarından çıkmak olunca işlerin bu kadar kolay olmayacağını bilmek lazım.

Bir kere, halen Ukiç'in alternatifi yok bu takımda. Engin'in dönüşü muhtemelen TOP 16 maçlarının ortalarına denk gelecek ve uzun süren sakatlık sonrası ondan ne zaman verim alınmaya başlanıcak, bu belirsiz. İkincisi, Oğuz'un dün Cholet pota altına 7 faul aldırtıp, orayı dağıtmasına, Kaya'nın yavaş yavaş ritmini bulmasına aldanmamak lazım o bölgede TOP 16 süreci halen sancılı geçecek gibi. Pota altında ortalığı savaş alanına çevirecek oyuncu eksikliği mesela İtalya'daki Siena maçındaki gibi baş ağrıtan bir sorun olabilir.

TOP 16 gruplarıyla ilgili daha net bir değerlendirmeyi kuralar çekildikten sonra yapabiliriz ama bilmek lazım ki son sekize kalmak bu takım için kolay olmayacaktır.

20 Aralık 2010 Pazartesi

19 Aralık 2010 Pazar

Sıkıntı var


Başlık Sergen'den, altını biz dolduralım...


- Aydın Örs ve Spahija başarıdan önce en zor anlarda dahi pes etmeyecek, kendinden güçlü takımlara diş geçirebilecek karakterde bir takım yaratmak istiyorlar. Bu bir geçiş dönemi, zor ve sancılı olacak. Bu süreçte Spahija takımı göz göre göre yıpratarak ilerliyor. Bu bilinçli bir tercih. Siena maçı artık kaybedilmişken acılar içinde sahada koşturan ve buna rağmen farkı kapatmak için çırpınan Ömer'i kenara almamasının başka açıklaması yok. 30 sayı gerideyken de, ligin en zayıf takımıyla oynarken de sahada direnç istiyor, takım her an her hücumda her savunmada maçın son 1 dakikasını oynuyormuş ciddiyetiyle mücade etsin istiyor. Takıma aman vermiyor. Vidaları sıktıkça sıkıyor. Kolay maç düşüncesini aklına getiren olmasın istiyor. Elbette mental olarak bu kadar yıpratıcı bir tutumu sürekli olarak devam ettirmeyecektir ama bu sezon bir geçiş süreci ve bu takım Euroleague'in kaymak tabakasındaki takımlarla her koşulda boy ölçüşebilecek seviyeye gelmeli. Oysa henüz onları sadece işler iyi gittiği zamanlarda yenebilecek durumdayız. Takım yıprandı ama yıpranırken de direnç kazanmayı öğrenecek, krizden kurtulmayı başaracak. Cibona Zagrep maçı öncesi tribünde Aydın Hoca'ya ''hocam Cibona dertli, Radoseviç'te sakatmış galiba'' dediğimde hoca ''böyle düşünmeyin, zayıf takım diye bir şey olmaz asıl bu maçlarda bizim işi ne kadar ciddiye aldığımız ortaya çıkacak'' gibilerinden bir şeyler söyleyip bizi bile hafiften azarladı. Düşünün artık takım içerisinde ipleri nasıl ellerinde tutuyorlar. O maçta atılan 100 sayıya sevinmek yerine yenilen 70 sayıya kızan Spahija'nın ve Aydın Hoca'nın öncelikli hedeflerinin takımda her an işini ciddiyetle yapan bir takım yaratmaya çabaladıkları ortada. Aksi taktirde yoğun maç programını düşünüp bazı maçlarda takımı daha sakin daha gevşek hazırlayabilirlerdi. Ama onlar Siena gibi 30 sayı öndeyken bile maç başındaki ciddiyetini kaybetmeden oynayan bir takım istiyorlar. Sabretmek lazım, sıkıntılı bir süreç bizi bekliyor ama yolun sonu aydınlık.
- Eldeki kadronun henüz Spahija'nın kafasındaki kadro olmadığı açık. Zamanla kadro derinliği ve kalitesi artacaktır. Greer meselesi çok konuşuldu. Spahija'nın onu aslında düşünmediği ama yüksek kontratı sebebiyle elde kaldığı falan. Greer kadrodaysa ondan nasıl faydalanabileceğiniz belli aslında. Sahaya çıktığında eğer topu karşı sahaya o getirmiyorsa şut ritmini çabuk bulabilen bir oyuncu, hücumda tıkandığınızda onun bire bir oyunlardaki yeteneğine güvenip kısa periyotlarla ondan faydalanabilirsiniz. Tabii savunmada onun arkasını başkaları toparlamak zorunda kalır. Ama topu karşı alana o taşıyacaksa, oyun kurma görevini ona verirseniz olmuyor. Hem takım hücum aklını kaybediyor hem de takımın şutuna güvenebileceğiniz ender oyuncularından birisini kaybediyorsunuz. Zaten Greer bir çok yönden takımın zayıf halkası gibi duruyor. Belki de hocanın kafasındaki takımın yaratılması sürecinde onunla yollar ayrılacaktır.
- Kadro derinliği Türkiye ligi için hayli fazlasıyla yeterli olabilir ama sözkonusu olan Euroleague olunca hele de Barcelona ve Siena galibiyetleriyle beklentileri arttırmışken 3 oyuncunun yokluğu takımı yetersiz kılabiliyor. Ön alanda baskının boğucu olmadığı maçlarda gerçek anlamda oyun kurucu olan 2 oyuncunun birden eksikliği sorun olmuyor ama takım bu savunmayı kıtanın en iyi yapan takımlarından birisi karşısında dağılıyor, kafası kesilmiş tavuğa dönüyor. Ukiç'siz takım 3 maçtır Greer'i, Preldziç'i, Can Maxim'i, Erbil'i hatta zaman zaman Kinsey'i ve Ömer'i oyun kurucu gibi oynattı ama yeterli verimi alamadı. Kritik bir süreçteyiz Cholet maçını ve ardından Türkiye ligindeki en iyi iki rakiple 1 hafta içinde oynanacak iki maçı Ukiç'siz kazanmak gerçekten çok zor. Greer ve Preldziç'in oyunkurucu oynamak zorunda kalmaları da onların daha fazla hata yapıp zaten kötü durumda olan morallerini iyice dibe batırıyor.
- Sezon başında bu takımın pota altındaki patlayıcı güç potansiyelini sorguluyorduk. Vidmar'ın yükselişi bu kaygılarımızı gidermiş olsa da onun sakatlığı sonrası pota altında ciddi zaaflar yaşadığımız herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Ağır ve yavaş ayaklara sahip uzunlarımız pick n roll savunmasında felaket, boyalı alan savunmasında positioning zaten kronikleşmiş bir sorun bu takım için. Boyalı alanda rakipler için bu kadar misafirperver olunca rakipler potaya daha yakın pozisyonlar yaratabiliyor, saçma, zorlama şutları daha az atıyorlar. Pota altı savunmasındaki bu direnç eksikliği ve o alanı kapatamamak aynı zamanda çok fazla hücum ribaundu vermeye de yol açıyor ki Barselona, Siena ve Karşıyaka maçlarında bu yüzden rakipler bizden çok daha fazla hücum kullandılar.
- Vidmar'ın sakatlığı sadece pota altı savunmasını etkilemedi. Aynı zamanda hücumda da ciddi sorunlar yaşanmaya başlandı. Vidmar yokken sadece Oğuz'un oynadığı sürelerde rakip uzunları arkasına alıp pota altına topun inmesine sebeb olan pivot oyununu oynayabiliyoruz. Bu olmayınca rakip savunmanın dengelerini bozmak zorlaşıyor. Lavrinoviç ve Mirsad'ın pota altına girmekten çok şutu tercih etmeleri normal. Bu durumda son 2-3 maçtır aldığı süreler arttıkça kendini bulan Kaya'nın 4 numaradan çok 5 numara özelliklerini ortaya koymasını beklemekten başka çare yok gibi. Ama nereden bakılırsa bakılsın pota altında bu kadar dirençsiz kalıp, rakiplere bu kadar çok hücum ribaundu verirken ellerine aldıkları her topu önce potaya atmayı düşünen, savunmada eksik hücumda çoğu kez dağınık iki 4 numaraya sahip olmak sıkıntı yaratıyor.
- Tomas'ı beğenmeyenlere asla katılmıyorum. Transferinden önce bu takıma gelmesini istediğim 3-5 oyuncudan birisiydi. Spahija'nın sisteminde ekmeğini taştan çıkartan skorere ihtiyaç var. Tomas hücumu savaşaşarak yapıyor. Klasik catch n shot skoreri değil. Penetresi, ikili oyunları, fizik mücadelesiyle ve oyun zekasıyla deliyor, dengeleri bozuyor ve yaratıyor. Ama bazen kendisini pure sutör sanıp saçmalamaya başlıyor. Onu yüksek yüzdeyle atacak , kritik anlarda her attığını sokacak bir şutör olarak görmemeli, zaten takımda böyle bir şutör yok.
- Bu takım beklentileri çok arttırdı. Euroleague'de final four lafı çok erken dillendirilmeye başlandı. Oysa yaratılmak istenen takımın henüz ilk nüveleri ortaya çıkıyor. İşler yolunda giderken Barselona'yı bile deplasmanda yenebilen bir takım olabilir eldeki ama ilk kriz anında topu rakip alana taşımakta bile zorluk çeken yanlarını da görmek lazım.

17 Aralık 2010 Cuma

Final-four ne kadar kolay ?


TARİH: 2006 YER: PRAG

ŞAMPİYON: CSKA
DİĞER KATILIMCILAR: BARSELONA, TAU, MACCABI

TARİH: 2007 YER: ATİNA

ŞAMPİYON: PAO
DİĞER KATILIMCILAR: MALAGA, TAU, CSKA
TARİH: 2008 YER: MADRID

ŞAMPİYON: CSKA
DİĞER KATILIMCILAR: SIENA, TAU, MACCABI


TARİH: 2009 YER: BERLIN

ŞAMPİYON: PAO
DİĞER KATILIMCILAR: CSKA, BARSELONA, OLIMPIAKOS

TARİH: 2010 YER:PARIS

ŞAMPİYON: BARSELONA
DİĞER KATILIMCILAR: CSKA, PARTIZAN, OLIMPIAKOS

Yukarıdaki liste son 5 yılın Euroleague final four finalistlerini içeriyor.
Barselona deplasmanı ve Siena zaferleri sonrası Fenerbahçe'nin sezon sonunda final four oynayacağını kesin gözüyle bakanların sayısı azımsanmayacak kadar azdı.
Euroleague'in ne kadar zor bir lig olduğunun farkında olmayanlar için çabucak inanılabilecek bir hedef ama ligin favorilerinin bir kısmının bu sezonki formsuzluğuna bakınca sezon başında alınan parlak sonuçlar böyle bir yanılsama doğurdu.
Bu ligde dönemsel sıçramalar sonucunda büyük başarılar elde etmek mümkün değil zaten ligin tarihine kısa bir göz atarsanız bunu rahatlıkla görebilirsiniz.
Kaldı ki, Fenerbahçe'yi bu sezon işin ehli insanların yönettiği ve onların da dönemsel bir sıçramadan çok biriktire biriktire giderek ciddi bir Euroleague deneyimi üzerine inşa edilecek başarıları hedefledikleri ortada.
Sezon başından bu yana, her maçı aynı ciddiyetle oynayan takımda iplerin ne kadar sıkı tutulduğunu gözlemleyeblirsiniz. İstanbul'daki Cibona maçı sonrası Spahija'yı atılan 100 sayının memnun etmeyişi ama yenilen 70 sayıdan rahatsız oluşunun sebebi de budur; bu takım her attığı adımı seçerek atmalı ve biran olsun gevşemeden ilerlemelidir. Yoksa devasa bütçelerle, harika kadrolar kuran devleri yakalamak hiç bir zaman mümkün olamaz.
Yukarıdaki liste açıkca anlatıyor bazı şeyleri. Euroleague'de final four oynamak öyle 1-2 sezonda gösterilecek sıçramalarla olmaz, süreklilik şart.
Bu ligin sert atmosferinde üst düzey takımlarla başa baş mücadeleler çıkartmak, onları yenmeyi öğrenmek, zor şartlarda ayağa kalkmasını becerebilmek lazım.
Siena gibi, son 10 yıldır bir çok takım için model olabilecek nitelikte bir yükseliş dönemi yaşayan, her daim Euroleague'in en çekinilen takımlarından birisi olmayı becermiş bir takım bile son 5 yılda sadece 1 kez final four oynayabilmiş.
Avrupa basketbolunun efsane kulüplerinden olan, son yıllarda her pozisyonda yetiştirdiği yıldızlar Euroleague'in en üst seviyelerindeki takımlarda oynayan Partizan 19 yıl aradan sonra ilk kez geçen yıl final four'a yükselebildi. Son 15 yılın Avrupa'da en başarılı olan takımı olarak addedilebilecek PAO son 4 yılda 2 kez son 8'e dahi kalamadı bu ligde.
Bir yıllık yükselişle olacak iş değil bu. Khimki, Prokom gibi bol paralar harcayıp dönemsel çıkışlar yapan takımların esamesinin okunmadığı bir düzey orası. Hatta Real Madrit gibi her sezon çok parlak kadrolar kuran ve Avrupa basketbolunda önemli bir yeri olan bir ekibin bile yıllardır ulaşamadığı bir hedef.
Ama ilk kez bu sezon Avrupa'nın üst düzey takımlarını yenebileceğini gösteren ekibe güven duyulmalı. Bu yatırımın ve yaratılan sinerjinin çizdiği yolun sonu final foura çıkar. Ama henüz erken.

Geçmiş olsun

Sezonun ilk ağır mağlubiyeti


Siena mağlubiyeti sonrası öncelikle şunu söylemeli; bu ligde sezonun ilk 4 maçında 2 final four adayını mağlup ettiğinde bu takımın bu sezon şampiyonluğun en önemli adayı olduğunu düşünenler kadar, takımın dünkü mağlubiyetle dejavu yaşayıp geçen seneki hüsran günlerine geri döneceğini düşünenler de yanılıyorlar.
Sezon başında bu takım için her şey yolunda gitti, Aydın Örs'ün dönüşünün takım içi disiplinden şubede sevgi ortamının yeniden tesis edilmesine dek zincirleme etkiler yaratması yadsınamaz bir gerçek ama takımın yükseliş dönemi boyunca sezon başında yaşanan Engin sakatlığı haricinde önemli sakatlıklar yaşamadığı, dolayısıyla koçun oyun planını ve kafasında dağıttığı rolleri etkileyebilecek eksikliklerin olmadığı da bir gerçek.
Vidmar'ın sakatlığı sonrası işler zaten sezon başındaki kadar iyi gitmezken bir de grubun en zorlu rakipleri karşısına çıkarken takımdaki tek alternatifi zaten sakat olan Ukiç'in sakatlığıyla eksikten öte tüm planları alt üst olmuş şekilde çıkmak zorunda kalan bir takım kaldı elde.
Dün alınan farklı mağlubiyet kimseyi yanıltmamalı, bu takımın sezon başında gösterdiği kazanma direnci, mağlubiyeti kabul etmemek gibi Euroleague savaşında yer almak için gerekli olan karakterinde bir bozulma yok.
Dünkü maçı şöyle değerlendirmek daha doğru olur; işler yolunda giderken, Euroleague'de yenemeyeceği takım olmadığını ispat eden bu takımın işlerin kötü gittiği bir dönemde henüz bu ligin en üst düzey takımlarının olduğu yere ulaşmak için katedilecek yolu olduğunu gösterdiği bir maçı seyrettik. Bu konunun ayrı bir yazı konusu olduğunu söylemek kaydıyla maça dönelim.
Maçı sunan Murat Kosova salonun soğukluğunu diline dolamıştı hatta atkı, şapka, palto kombinasyonuyla maçı sunduğundan bahsediyordu bir de Greer ve Preldziç'in henüz ilk çeyrekte yaptıkları 5 top kaybında ayakta durmakta güçlük çektiklerini görünce maçın buz pistinde oynandığını düşünebilirdiniz. Maç aslında olabilecek en kötü senaryoyla başladı.
Ukiç'in yokluğu bu takım için zaten büyük bir dert.
Geçen hafta Barselona maçında bileğinde ağrılarla oynarken her zamanki deliciliğini sergileyememişti, maç boyunca rakip savunmanın dengesini bozmakta zorlanırken onun sakatlığının etkilerini hissetmiştik. Dün daha kötüsü oldu, topu rakip alana bile taşımakta zorluk çekerek başladık. Değil şut pozisyonu yaratmak hücum bile edemiyordu takım. Birebir hücumu çok iyi olan ritmini bulunca kısa bir periyotta kendi pozisyonunu yaratarak atacağı sayılarla maçın gidişatını değiştirebilecek Greer takımın 1 numarası olarak her başladığında yaptığını yine yaptı, topu erken tuttu, baskıda bunaldı, bozuldu ve onun eline bakan takım top hücum alanına dahi taşınamayınca çaresiz kaldı. Oysa ilk dakikalarda hücum edebildiği zamanlarda uzunlarının bugün oyunu domine edebileceği izlenimi veren bir takım vardı sahada ama ilk dakikalar bir basketbol maçından çok bir futbol maçını andırıyordu. Ancak bir futbol maçında oyun bir takımın yarı sahasında oynanır. Greer ve sonrasında Preldziç'in top kayıpları sayesinde garip bir görüntü aldı maç. Zaten Siena ilk dakikalarda farklı bir skorla gerisine düşmeyi isteyeceğiniz son takım olur. İtalya liginde neredeyse tüm maçlarında henüz ilk yarıda devasa farklarla öne geçtiği için olsa gerek hep önde oynamayı iyi bilen buna karşılık savaşçı kimlikleriyle fark ne olursa olsun gevşemek nedir bilmeden oynamayı ilke edinmiş oyunculardan kurulu bir ekipler.
Abondene olarak başlamak bir de üstüne üstlük skorerlerinin topu rakip alana taşımaktan korkar hale gelip mental olarak maçtan kopmaları kalan dakikarda maçı çevirmenin çok güç olacağını belli ediyordu. Yine de denediler, alan savunmasına geçip dış şutları riske ederek Mc Calebb'in başa dert olan penetrelerini kestiler, tempoyu düşürüp hücumda paniklemeden, içeri top indirerek farkı eritmeyi başardılar ama rakip başka takıma gitse acaba oynayabilir mi dediğiniz ama Siena'nın kusursuz yapısında harikalar yaratan savaşçıların aynı zamanda ince işler yapabilen zanaatkarlara dönüştüğü bir takım.
En kritik anlarda, Stonerook her Fenerbahçe maçında olduğu gibi yine bizi deli eden savaşçılığıyla çıktı karşımıza, David Moss ve Carraretto tam yakaladık dediğimiz her pozisyonda kritik üçlüklerin hepsini soktular.
Kaybettik, sezonun ilk ağır yenilgisi oldu bu ama yine de kader bu takımın sezon başından bu yana sergilediği çalışkanlığını ödüllendirircesine Barselona'nın Litvanya'dan eli boş dönüşünü hediye olarak verdi.

25 Kasım 2010 Perşembe

Yayınlamayacaksınız niye aldınız


Euroleague'de bu sezon kan gövdeyi götürüyor, özellikle Fenerbahçe ve Efes Pilsen'in yer aldığı gruplarda hesaplar iyice karmaşıklaştı, bu 2 grupta ilk 2 için 4'er takımın aday olması, Cholet, Fenerbahçe, Union Olimpija ve tersten CSKA sürprizleri hayli ilgi çekici.
Ama malesef, Euroleague yayın haklarını alan NTV, Fenerbahçe maçları dışında maç yayınlamıyor, kıtanın basketbolda bu en üst düzey ligini izlemekten mahrum ediyor bizi.
Bravo ntv.

Ergün Öztuna'dan Ülker'e


Kurumsallığın dibine vurmuş kulübümüzün resmi sitesinde Alex'in lig tarihinde Fenerbahçe'nin 3000. golünü atması vesilesiyle formasının müzeye kardılış töreninin resimleri var. Bu sırada lig tarihinde ilk golümüzü kaydeden Puşkas Ergün'ün forması da, müzeye konmuş.
İyi güzel de, Ergün Öztuna'nın müzeye kaldırılan formasının arkasında Ülker reklamı olanca dominantlığıyla Ergün Öztuna'nın isminin önüne çıkmış. Sanırsın o yıllarda da çubuklunun üzerinde Ülker reklamı alınıyormuş. O gün Ergün Öztuna'nın giydiği formanın benzerini yaptırmak çok mu zor.
Utanmasalar Fenerbahçe tarihini anlatan kitaplara sokacaklar Ülker ismini, İşgal yıllarında Fenerbahçe futbol takımının işgal kuvvetlerinin takımları karşısında aldıkları galibiyetler savaş cephesinde moral yaratırken, bu galibiyetler cephedeki askerlere falım sakızlarının manileri yerine konmuş küçük kağıtçıklarla iletildi falan diyecekler.

Rytas maçının gösterdiği; Oğuz'un önemi


Vilnius ve Kaunas şehirleri, takımlarının form durumu ne olursa olsun, Euroleague jargonunda zor deplasman tanımını her zaman hakeder. Bu deplasmandan, maçın neredeyse tüm bölümlerinde ipleri elinden kaçırmadan ve rakibin üstünlük kurmaya başladığı süreçlerde oyun disiplinini kaybetmeden, dağılmadan tekrar dümene geçmeyi bilerek rahat bir galibiyet almak ise Fenerbahçe için sezon başından bu yana olduğu gibi takdire şayan olarak değerlendirilmelidir.
Euroleague'in şu anda belki de en iyi baskılı ön alan savunmasını yapan takımı olan Fenerbahçe karşısında Zalgiris'in tedbile uğramış guard rotasyonunun sınavı gibi başladı maç.
Oyun kuruculuktan anladığı kendi şutunu yaratmak olan El-Amin'in baskılı savunma karşısında bocalayıp, ilk yumruğu Fenerbahçe'ye atma şansı tanıdığı ilk periyotta göze batan Vidmar sonrası dağınık ve dirençsiz bir görüntü çizen Fenerbahçe pota altı savunmasının kendisine çeki düzen verdiğiydi.
Çok istekli ve özellikle savunmada ve ribauntlarda önceki maçlara oranla daha fazla rol almaya çabalayan Lavrinoviç'in iştahını bir kenara not etmek lazım. Ama, Rytas pota altı gücünün Bajramoviç'in yokluğunda Vidmar'sız Fenerbahçe uzun rotasyonunu Euroleague'in gruplar sonrası iyice sertleşip, zorlaşacak evreleri için test edecek dirençte olmadığını es geçmemeli.
Şutu olan Bjelica ve oyun zekası ve yetenekleriyle umut vaadeden Valanciunas'ın bizde ilk beş başlayan Kaya ve Lavrinoviç'in fizik güçleri ve tecrübeleri karşısında ezilmeleri normaldi.
Buna rağmen, Vidmar'sız takımın Oğuz sahada olmadığı sürelerde topu içeriye indirmeden oynamasını ''topu boyalı alana indirmeden şut atmak doğru değil, top en az bir kere içeriye inmeli'' ezberiyle açıklanacak bir şey olmadığı iyice belli oldu.
Vidmar ve Oğuz gibi cüsseli ve fizik güçlerini vücut vücuda mücadelenin en sert geçtiği pota altında kullanmaktan çekinmeyen adamlar ısrarla oralarda yerleşmeye çalışıp, kısaların ilgisini topu oraya indirmeye çekiyorlar. Oysa, ne topsuz oyunda o bölgeyi gücüyle delmeye çalışmaktan ziyade, guardla pick'n roll oynayıp, pozisyonunu yüzü dönük ve hareketliyken bulmaya çabalayan Kaya ile ne de hücumda pota altı itiş kakışından hoşlanmayıp, ben de bu boyla bu şut yeteneği varken tercihim dış şut olur diyen Mirsad ve Lavrinoviç'le ''topu ısrarla içeriye indirmek lazım'' ezberi somutlaşıp gerçeğe dönmez.
El-Amin'le maçın içine giremeyen Rytas'ın yaşlı kurt Saras'ın oyun zekasıyla Fenerbahçe savunmasının yumuşak karnı pick'n roll savunmasının üzerine gidip, savunmada yavaş uzunlarımıza karşı genç ve hareketli uzunlarını kullanmayı becerip bir de üstüne salonu, takımı havaya sokacak ''tam zamanında'' atılması gereken şutları isabetli kullanmasıyla Rytas'ı maça gecikmeli de olsa sokması sonrası Fenerbahçe'nin dominantlığı Oğuz'un oyuna dahil olmasıyla geri kazanması da üst paragrafta anlattıklarımızla ilgilidir.
Oğuz, Vidmar sonrası takımın hücum düzeni açısından çok kıymetli bir oyuncudan alternatifsiz bir oyuncuya dönüşte. O yokken topu içeriye indirmek, hücumda çeşitlilik sağlamak zorlaşıyor.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Var mı bizden büyüğü, varsa çıksın ortaya

Şu takım için, kısalar iyi ama Fowles'ı durdurabilecek uzunları yok diyenler oldu, 1 ay önce cevabını aldılar.
Diğerlerini geçer ama bu savunmayla UMMC karşısında patlar diyenler vardı, onlar da cevabını aldı.
Bu takımın çok sayı yemesine bakıp, kötü savunma yapıyor sonucuna varan determinist yaklaşıma katılmıyorum, deli gibi tempo yapıp, maksimum 10-15 saniyede hücum kullanan takım maç başına normalinden fazla sayıda hücum karşılamak zorunda kalır ve dolayısıyla fazla (tabii hangi kıstasa göre) sayı yer.
yine de, bu takımı bir de Ros Casares önünde görmek lazım diyen varsa onları da allaha havale ediyorum.



23 Kasım 2010 Salı

Rytas oyuncuları, Zalgiris Kaunas maç istatistikleri.


İstatistikler, Euroleague'deki bugün karşılaşacağımız Lietuvos Rytas'ın Litvanya ligindeki son maçından. Zalgiris Kaunas'a 85-60 yenilmişler.
Bajramoviç'in sakatlığı sonrası pota altında hayli sorunlu oldukları su götürmez bir gerçek. Ama asıl mühim nokta El-Amin'in verimlilik puanı.
-2'yle maçın en kötü oyuncusu olmuş. El-Amin'in tek başına maç kazandırabilecek bir oyuncu olduğu gerçeği tartışılamaz ama o derece tartışılamayacak olan bir gerçek daha var El-Amin'in oynadığı takımlar onun verimsiz ve kendine yontan oyun kuruculuğu altında asla hücum düzenlerini oturtan takımlar olamazlar.
Yine de, El-Amin ve Saras'lı bir Lietuvos Rytas ilginç bir rakip olacak. Karşısında Euroleague'in bu sezonki en baskılı kısa savunmasını gören El-Amin'in ve ölüsü bile Avrupa'nın en iyi skorer guardlarından birisi olarak kabul edilebilecek Saras'ın performanslarını merakla bekliyoruz.

21 Kasım 2010 Pazar

İlk Bakışta Sean May Transferi


Vidmar'ın, tam da, ''bu sezon hiçbir şey ters gitmeyecek mi'' derken tadımızı kaçıran sakatlığı sonrası beklenen transfer hamlesi gerçekleşiyor gibi.
Henüz imzalar atılmamış olsa da, resmi siteden duyurulduğu üzere, harika bir kolej kariyerinin ardından NBA'de bir türlü dikiş tutturamayan Sean May ile sağlık kontrolleri sonrasında imzalar atılacaktır.
Bu sezon, geçen yıllardaki gibi birden çok fikrin ürünü bir karmaşanın ürünü olan değil, işi bilen ekibin titizlikle oluşturduğu ve hedeflenen başarılara ulaşabilecek doğru planlarla yaratılmış bir kadro var elde. Atılan doğru adımlar, sezon boyunca doğru işlerin yapılacağı umudunu doğuruyor bizde. Ama, peşinen söylemek lazım ki; Sean May transferi ilk bakışta, bu sezonun en defolu hamlesi gibi görünüyor.
Herşeyden önce, kariyeri sakatlıklar sebebiyle kesintiye uğramış, fizik açıdan şu anda sezonun tam ortasında olan bir takımın ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak bir oyuncu transferi soru işareti yaratır kafalarda. Buna rağmen, işin başında Aydın Hoca olunca, kafada her atılan adımı doğru olarak yorumlama telaşıyla şöyle bir düşünce oluşmuyor da değil; şu an 4 uzuna sahip olan takımın TOP 16 gruplarına kadar Vidmar'dan doğan boşluğu kendi kaynaklarını kullanarak doldurması bu sırada Sean May'in fit hale getirilip kendisinden TOP 16 sürecinde ve sonrasında verim alınması düşünülebilir.
Ama kendimizi olumlu düşünme adına ne kadar zorlarsak zorlayalım, bu kadar diz sakatlığı sorunu yaşamış bir uzundan bundan sonra tam anlamıyla bir pivot gibi hücum etmesini bekleyemezsiniz. Fundementali arkası dönük oyuna ne kadar uygun olursa olsun, ciddi diz sakatlıkları yaşamış bir uzun hücum alışkanlıklarını ister istemez değiştirir. Takımın Vidmar'ın sakatlığı sonrası oynadığı 2 maçtada gördüğümüz üzere, onun yokluğu sadece çokca dile getirildiği gibi savunma direnci ve sertliğinin azalmasını doğurmadı. Bunun yanısıra Vidmar'ın zayıf olan yönü oyunun hücum tarafı olmasına rağmen Vidmar'sız takım, Oğuz'un kenarda olduğu zamanlarda hücum opsiyonlarından boyalı alana topu indirmeyi çıkarmış görünüyor. Arkasına savunmacısını alıp rakibi pota altına sürükleyip, hücumun merkezini de oraya iten bir güce sahip olmayınca, pota altı itiş kakışından kaçıp daha ziyade şut ve yüzü dönük oyunları tercih eden uzunlar elde varken sağlam, güçlü bir Sean May bile doğru bir transfer gibi görünmezken, diz problemlerinden dolayı sırtını potaya dönmekten kaçınacak bir Sean May sezonun yanlışı olacak gibi bir izlenim doğuruyor.
Elbette, Vidmar'ın yerini dolduracak adamı bu saatten sonra nasıl bulacaksın diyenlere sözüm olamaz.
Zaten, basketbolda tempo arttıkça, uzunlardan oyunun pas, dribling, şut, çabukluk, hızlı ayaklar gibi yumuşak meziyetlerini kazanmaları beklendikçe bildiğimiz eski tip, Vidmar gibi kalıbından beklenen gücü sahaya yansıtan, savunmada ortayı kapatmayı becerebilen, gücüyle korkutan uzunların sayısı azalıyor, NBA bu tipten pivot ihtiyaçları için Avrupa'nn daha fazla kapısını çalıyor ve yeni kıtaya artık daha fazla uzun göçü olduğu için kaynaklar azalıyor, Avrupa'lının elinde kalan üst düzey bir avuç pivot ise zaten ihtiyacı olan takımların elinde.

21 Eylül 2010 Salı

Her mahalleye bir pota


Mevzuya canarino kardeşimizle uyanıp, Şurada duyurmuştuk.
Destek örgütlenmeye devam ediliyor, şu bloğa yolu uğrayanlardan mevzuya küçük bir el atmalarını rica ediyoruz.

Euroleague ön eleme maçları B grubu




Diğer gruptaki denk güçlere karşın bu grubu Khimki domine edecek gibi görünüyor.
Geçtiğimiz yıl Euroleague'deki ilk sezonu için ciddi paralar harcayıp oldukça iddialı bir giriş yapan Rus ekibi TOP 16'ya çıkmasına karşın orada tutunamamıştı. Rus takımlarının klasik hastalığına tutulup önce yüksek rakamlı kontratlar yapıp sonra da maddi sıkıntılar içerisine girince Euroleague'deki ilk sezonları hayli sıkıntılı geçti.
Ama buna rağmen yatırımı kesmeyip devam ediyorlar.
Geçtiğimiz yıl, kariyerinin önemli bölümünü ACB'de geçirmiş olan koç Scariola ve 2 İspanyol guardı Cabezas ve Raul Lopez önderliğinde hızlı, tempolu basketbol oynayan Rus ekibi bu yıl iki iyi guardından Cabezas'ı kaybetti. CSKA'dan Planinic ve Valencia'dan çok hareketli bir hücumcu ve keskin bir şutör olan Kelati'yi aldılar ama yine de Cabezas'ın oyun zekasını arayacaklardır.
Siena'nın savaşçılarından Benjamin Eze ve Dinamo Moskova'dan Sergy Monya diğer transferleri.
Bu grubu bizim için ilginç kılan Banvit'in Euroleague'e katılacak 3. Türk takımı olma şansını kovalayacak olması. Geçen sezon Euroleague'de kendinden beklenenin üzerinde performans gösterip vatandaşı PAO'ya TOP 8 yolunda çelme takan Maroussi'nin katılım hakkından feragat etmesi sonrası Ukrayna temsilcisi Budivelnyk'in doğrudan üst tura çıkacağı grupta Banvit ilk turda Avrupa'da eski günlerini arayan Le Mans'la karşılaşacak, Le Mans'ı geçmeleri durumunda yine bir başka Fransız Asvel ve Karadağ'lı Buducnost eşleşmesinden gelecek takımla oynayacaklar. Asvel geçen yıl Euroleague'e iddialı biçimde hazırlanmış olsa da skor gücü zayıf, atletik ama şutu kötü oyunculardan kurulu takımıyla hayal kırıklığı yaşamıştı. Fransız basketbolunun temsilcilerinden bu yılda fazla bir şey beklememek lazım. Bunun yanısıra Avrupa basketbolunun önümüzdeki yıllarda çıkış yapması beklenen ülkelerinden Karadağ'ın temsilcisi Buducnost'un genç kadrosuyla sürpriz yapması beklenebilir.
İnatçı ve oyun disiplininden kopmayan Karadağ'lılar bence Khimki'den sonra bu grubun favorisidir.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Euroleague ön eleme maçları A grubu


Euroleague'de grup maçları öncesi, gruplara katılacak son 2 takımı belirleyecek eleme maçları bugün başlıyor. İki grupta üçer tur oynanacak ve her iki gruptan birer takım Euroleague gruplarının bu sezonki 31. ve 32.katılımcıları olacaklar.
Euroleague grupları için son vagona atlamak isteyen takımları oldukça zorlu bir yol bekliyor.
A grubunda yer alan takımlar B grubu takımlarına oranla güç olarak birbirlerine daha denk gibi görünüyor.
A grubunda ilk eşleşme, Fransız Chorale Roanne ve Alman Alba Berlin arasında. Geçen yılın Eurocup finalisti Alba Berlin gerçek liginin Euroleague olduğu düşüncesinde ve yeni transferleriyle bu ligde mücadele edebilmek için kalifiye olabilecek bir kadro oluşturmuş gibi görünüyorlar. Geçen yılın takımını neredeyse baştan aşağı değiştirdiler.
Geçen yıl, Eurocup finalinde kaybettikleri Valencia'nın guardı Marko Marinoviç ve eski oyuncuları Amerikalı Hollis Price'ı aldılar. Takımın en yaratıcı oyuncusu konumundaki, çok hareketli ve ritmini bulduğunda durdurulması güç ve agresif bir hücumcu olan Jenkins'i de bu rotasyonun içinde sayarsak ön eleme grupları içerisindeki diğer takımlara kıyasla hatırı sayılır güçte bir guard rotasyonuna sahip oldukları söylenebilir.
Geçen yıl bizim buralarda Antalya'da oynayan Famerling'i ve bir 3 numara için oldukça sert ve güçlü bir fiziğe sahip olan, Kızılyıldız'da son bir kaç yıldır sergilediği başarılı performansla Euroleague takımlarının sürekli olarak ilgisini çeken Dragicevic'i de kadrolarına kattıklarını düşünürsek Alba Berlin'in Euroleague'e katılmak için ne kadar iştahlı olduğunu anlayabiliriz.
Albatrosların, kendisinden çok daha düşük bütçeli Chorale Roanne'ı geçmesi sürpriz olmayacaktır. Hatta sonraki iki eşleşme sonrası gruplara kalan takım olmalarıda...
Grubun ilgi çekici bir eşleşmesi ise son yıllarda Adriyatik liginin oyuncu yetiştirme fabrikası gibi çalışan Sırbistan temsilcisi Hemofarm ve İsrail basketbolunun yeni nesil ümit vaadeden oyuncularını kadrolarında barındıran Hapoel Gilboa arasında.
Hemofarm, Sırbistan ve Adriyatik liginin zorlu ve sert atmosferinde son 3 yılda ikisi Sırbistan biri Adriyatik liginde olmak üzere toplam üç final oynamış bir takım. 2007'de 19 yaş altı Dünya Şampiyonası'nı kazanan Sırbistan'ın altın jenerasyonunu oluşturan takımda onların yetiştirdiği Milan Macvan ve Stefan Markovic vardı bu oyuncuların yanısıra Petar Bozic, Boban Marjanovic gibi Sırp basketbolunun yeni nesil yıldızları Hemofarm'da yetişti. Euroleague'de mücadele ettikleri taktirde bu oyuncu fabrikasının çok daha verimli çalışacağını tahmin etmek güç değil.
Kazan ve Alba Berlin'den birisinin bu gruptan çıkacağını beklerken Hemofarm'ın aradan sıyrılıp yetenekli gençlerini Euroleague arenasında görücüye çıkarmaları ihtimalini de gözardı etmemek lazım.
Bu grupta, ilk turda en kolay kurayı çeken takım ise Unics Kazan oldu. Rusya liginde Khimki'yle beraber CSKA'ya kafa tutan Tatarların bu sezon için kurdukları kadroya bakarsak Euroleague'e katılmayı ne kadar önemsediklerini anlarız. Kariyerinde 2 Euroleague şampiyonluğu bulunan eski CSKA'lı guard Zakhar Pashutin'i kadrolarına katarken uzun rotasyonu için Euroleague takımlarından oyuncular almayı başardılar Maccabi'den Lasme ve Partizan'da özellikle geçen yıl önemli bir gelişme kaydeden Vranes'i aldılar. Rakiplerinin basketbolla pek ilgisi olmayan bir ülkeden Hollanda'dan olmasına bakarsak ilk turu rahat geçerler diyebiliriz. Hatta bir üst turda grubun diğer ayağında Hemofarm ve Alba Berlin birbirleriyle karşılaşırken onlar Çek temsilcisi Nymburk ve Belçika temsilcisi Spirou Basket'ten biriyle oynayacaklar. Bu iki takımında Kazan karşısında tutunabilmeleri güç görünüyor.

Affet bizi Naci amca...


Kadıköy'de bir maç günü. Bir gün önce, hayatını Fenerbahçe'ye hasretmiş, bizden önceki ve bizim nesile olduğu gibi bizden sonraki nesillere de Fenerbahçe'nin tarihini öğretecek cümleleri en güzelinden kurmuş bir insan Naci Barlas bu dünyadan göçüp gitmiş.
O maç gününün yaşandığı oyun alanında geçmişten bugüne yaşanan tarihi, Fenerbahçe'nin halk kitlelerinin kalplerinde taht kuruşunu an be an anlatırken her daim gözleri dolmuş bir büyük Fenerbahçe'li o gün ne kulüp tarafından ne de tribünleri dolduran Fenerbahçe taraftarı tarafından hatırlanmadan çekip gitti bu dünyadan.
Ne bir anma ne bir pankart...
Gelinen nokta budur, emeği geçenlere lanet olsun...

17 Eylül 2010 Cuma

Şırnak'ta Basketbol İçin ...

Şu aşağıdaki satırlar fenerbasket.com dan alıntıdır. Maddi manevi desteğe gerçekten ihtiyacı olan insanların çağrısına ses veren insanlar bir adım atıyor. Destekçisiyiz...

''Değerli kardeşimiz Barış Gerçeker, NTVSpor'a bir yazı yazıyor.

http://ntvspor.net/yazar/baris-gerceker/187/2010-hayali

Daha sonra bu yazıya gelen bir yorumu, blogunda paylaşıyor.

http://cizgiden-cikaran.blogspot.com/2010/09/srnaktan-mektup-var.html

Akabinde bir diğer saygıdeğer basın insanı S. Serdar Gürel de kendi sitesinde konuyu duyuruyor.

http://www.pota6.com/2010/09/15/sirnaktan-mektup-var/

Fenerbasket olarak, "Bu işler duyulur da durmak olur mu" diye düşünerek, bu sabah erken, Haymana ovasında bir garip kuş öterken, bu anlamda payımıza ne düşecekse yapmaya karar verdik.

Türkiye'de basketbolun ve sporun gelişmesi bu tip işlerin yapılmasından geçiyor. Naçizane bir çaba! ''

16 Eylül 2010 Perşembe

Fiba 2010'da kimden ne bekledik ne bulduk 1; Ponkrashov & Rubio



Bu iki arkadaşı aynı başlık altında değerlendirmemim sebebi bundan bir kaç sezon öncesinde her ikisinin de Avrupa basketbolunun en iyi guardlarının halefleri olarak gösterilmelerine karşın gelinen noktada kendileri hakkında büyük umutlar besleyenleri bir türlü tatmin edememiş olmalarıdır.
Rubio Badalona yıllarında; çabukluğu, yarı sahayı katetme becerisi, saha görüşünün derinliği gibi doğal yeteneklerine ek olarak uzun kolları ve zaman zaman sergilediği inatçı savunma performanslarıyla çok kişi tarafından Diamantidis'in veliahtı tahtına oturtulurken, ondan önceki jenerasyonun umut vadeden isimlerinden Anton Ponkrashov ise bir guard için uzun sayılabilecek boyu ve saha görüşünün derinliği sebebiyle Papaloukas'ın halefi olarak ilan edilmişti. Hatta CSKA Moskova forması giydiği yıllarda ardında beklediği Yunan oyuncudan çok şeyler öğreneceği düşünülürdü. O yıllarda kendisi için Rusların Papaloukas'ı diyenler bile herhalde bu dünya şampiyonasından sonra onun Papaloukas'la aynı formayı giydiği yıllarda salefinin oyun zekası ve insiyatif kullanma becerilerinden hiç nasiplenemediğini düşünmüşlerdir.
Ardımızda bıraktığımız Dünya şampiyonası, Diamantidis'in milli takımı bırakıp artık parkelere veda zamanının yavaş yavaş yaklaştığı, Papaloukas'ın yaşının iyice kemale erdiği bu günler için onların yerini bu ikilinin yavaş yavaş dolduracağı öngörülerini boşa çıkarmış görünüyor.
1990 doğumlu Ricky Rubio'nun hem geçen yaz oynanan Eurobasket'teki performansı hem de bu Dünya şampiyonasındaki etkisiz oyunu onun kariyerinde önemli fırsatların kaçışı olarak değerlendirilse de doğal yetenekleri ve özellikle hızlı, tempolu basketboldaki becerileri gözönüne alındığında ondan halen gelecekte çok büyük bir oyuncu olacağını beklemek mümkün.
Geçen yaz hem uzun süreli bir sakatlıktan sonra fizik olarak hem de NBA'e gitti, gidecek beklentileri altında mental olarak hazır olmadan katıldığı şampiyonada tam bir hayalkırıklığı yarattıktan sonra en azından şimdilik kariyerini Avrupa'da devam ettireceği belli olunca Barcelona formasıyla ACB'de çok başarılı bir sezon geçirmişti.
Oyun koşarak oynandığı, üzerine baskı kurulamadığı periyotlarda topu karşı tarafa çok çabuk geçirip fast-breakleri çok etkili biçimde organize edebilen, kafasını oyuna verdiğinde savunma becerilerini de üst düzeyde sergileyebilen bir oyuncu olduğunu kanıtladı. Oyun zekası övgüye değer ama onun için sorun oyunun temposunun düşüp takımı sete yerleşerek hücum etmek zorunda olduğunda başlıyor. Aslında oyun zekasının gelişmişliği ve soğukkanlılığını genellikle koruyabilen bir oyuncu oluşu gözönüne alınca ondan sadece koşarken değil durmak zorunda olduğunda da takımını doğru hücum ettirebilmesini beklemek yanlış olmaz ama halen seleflerindeki olgunluğa erişebileceğine dair bir ışık yakamadı.
ACB'de iyi bir sezon geçirmişken, takımı Barcelona'nın final periyodunda maçları tempoyu düşürerek ve fizik mücadeleyi öne çıkararak oynayan Caja Laboral karşısında dağılmasında onun temposuz ve sete set oynanan oyunlardaki yetersizliğinin de payı büyüktü.
Dünya şampiyonasında da benzer bir görüntü çizdi, tempo arttıkça ve açık alanda hücum etme şansı buldukça yine çabukluğu ve asist yeteneğini konuşturdu ama frene bastıktan sonra sanki tüm yeteneklerini kaybediyor gibi. Şampiyona boyunca 9 maçta forma giyip 226 dakika sahada kalarak 40 sayı atarak 46'da asist yapmış ama öyle bir istatistiği varki neden bir türlü üst düzey bir guard olamadığının sebebini haykırır gibi. % 12 3 sayılık atış isabetiyle oynamış ve 9 maçta sadece 2 kez 3 sayılık atış isabeti bulabilmiş. Şutu bu kadar kötü olan bir guardın Dünya şampiyonluğunu hedefleyen bir takımın 1. tercihi olması ve takımını hedeflerine taşıması pek mümkün gibi durmuyor.
şut tehtidi yaratamayan bir guardın rakip savunma yerleştikten sonra savunmanın dengesini bozacak oyunları oynatabilmesi de çok zorlaşıyor.
Yine de onun için halen sıçrama yapabileceği fırsatları bulacağını düşünebiliriz oysa Ponkrashov'un Rubio'dan 4 yaş büyük olduğunu ve selefi diye düşünülen Papaloukas'la bir dönem aynı takım forması giymiş olmasının dışında tek benzerliğinin yerden yüksekliği olduğunu defalarca gösterdiğini düşünürsek artık uluslararası turnuvalar öncesinde Ponkrashov bu kez patlama yapar mı acaba diye düşünenlerin sayısı da hayli azalacaktır.
Ponkroshov'da Rubio gibi şut tehtidi yaratamayan bir guard ama Rubio'da olan insiyatif alma becerisi onda yok. Bir guard için uzun sayılabilecek boyu ve seyreklikle denediği penetreleri sonrasında potaya yaklaştığında topu çemberden geçirebilme yüzdesinin yüksekliğine bakarak bu fizksel özellikleriyle bu delici hücumları neden daha fazla denemiyor diye düşünüyor insan. Ama onda ne zaman ne yapacağını bilemeyen bir hal varki bu derece insiyatif almaktan uzak bir oyuncudan Papaloukas olmasını beklemek hayalcilikten öteye gitmeyecektir.

7 Eylül 2010 Salı

Türkiye- Slovenya


Basketbol milli takımı, geçen yıl Eurobasket'te olduğu gibi yine beklentilerin çok üzerinde bir performansla yola devam ediyor. Dileğimiz geçen yıl orada olduğu gibi tek bir yenilgiyle herşeyin altüst olmaması.
Yıllardır hedef olarak gösterilen şampiyonaya hazırlık sürecinde kazanamamayı alışkanlık haline getirmiş takımın yenilgisiz biçimde yoluna devam ediyor oluşu bir yandan şaşırtıcı ama diğer yandan Tanjeviç'in bu tür sürprizlerine alışık olanlar açısından beklenir bir performans.
Takımın şu ana kadar oynadığı tüm karşılaşmaları kazanmış olması kazanırken de hemen hemen her maçın tüm periyotlarında savunma konsantrasyonunu hiç kaybetmeden ciddiyetle mücadele ediyor oluşu kalbimizdeki madalya ümitlerini yeşertiyor. Yalnız gözden kaçırmamak lazım ki; şampiyona boyunca oynanan tüm maçların senaryosu birbirlerine benzer biçimde bizim takımın skor olarak önde koştuğu, rakiplerin yetişmek için kovaladığı biçimlerde gelişti.
Şampiyonanın kendi evimizde oynanıyor oluşu kimseyi kandırmasın, salonu dolduran izleyicilerin sahada sergilenenin eğlence kısmından öte ilgisinin pek olmadığı aşikar.
Maçların gidişatı geride kalan maçlar gibi olduğu sürece bu eğlenceye eşlik etmekte sorun yok ama önümüzdeki maçların senaryolarının aynı tekdüzelikte gelişmeyeceğini tahmin etmekte güç değil. Bu durumda, takımı geri düştüğünde, kazanmaya dair umutları azaldığında yeniden oyunun içine sokacak, gerektiğinde rakibin sertleşmesine oyuna müdahaleleriyle izin verdirtmeyecek bilinçli bir taraftar baskısı ve desteği yaşanmazsa şampiyonanın kendi evimizde oynanıyor oluşunun avantajını yaşatacak en önemli dinamik kadükleşecektir.
Yine de, madalya kazanmaya dair yaratılan sinerji boşa değil. Bu takımın bu hedefi gerçekleştirecek hazırlığı ve hedefe dair inancı tam.
Gruptan lider olarak çıkmış olmakta yarı finale kadar olan eşleşmelerde önemli bir avantaj sağladı. Fransa iyi savunmacı ve inatçı kimliğiyle oyun bozan bir takım olsa da kalite olarak bizimkiyle bboy ölçüşebilecek seviyede değildi.
Slovenya ise Fransa'dan bambaşka bir kimliğe sahip; oyun zekası çok gelişmiş, saha görüşleri mükemmel, şut yetenekleri üst düzeyde ve oyun kurmayı çok iyi beceren oyunculardan kurulu ama katıldıkları hemen hemen her turnuvada kazanmaya dair inatçılıklarının ve savaşçı ruhlarının eksikliğini hissettikleri için kadro kalitelerinin paralelinde başarılar elde edememiş bir ekip.
Bu nedenle, mesela tam bir savaşçı ekip olan Sırbistan'a tercih edilebilirler. Ama turnuvanın çıkış yapan takımlarından birisi oldukları unutulmamalı.
Slovenya, yıllardır katıldıkları her turnuvada gönülleri fetheden takım olmayı becermiş olsa da geçen yıl Eurobasket'te kazandıkları 3. lük dışında önemli bir başarı elde edebilmiş değildi. Kuşkusuz, yumuşak bir takım oluşları bu durumu doğuran en büyük handikap olarak değerlendirilmeli.
Bu handikaplarının farkında olan koçları Memi Beciroviç'in takımı yüksek tempoda oynatmaktan ve oyunu sertleştirecek hamlelerden kaçınarak oyun kurma becerisi yüksek oyuncularının oyun zekalarını öne çıkartacağı sete set hücumları tercih etmesi bundan olsa gerek.
En önemli özellikleri, rotasyonlarında mutlaka oyun kurma becerisi çok yüksek olan 2 guardı aynı anda oynatıyor olmaları. Bu özellikleri, şampiyona boyunca bizim takımın en önemli becerilerinden olan alan savunmasının boşa çıkmasına sebeb olabilir. ,
Sete yerleştiklerinde topu çok akıllıca dolaştıran ve uzunları dahil olmak üzere saf şütorlere sahip bu takıma karşı bundan önceki maçlarda guardı baskı altına alıp önce düzen bozan ardından hareketli alan savunmasıyla rakibi paniğe sokan milli takımın yeni savunma taktikleri üretmesi gerekecek.
Lakoviç, Dragiç ve Beciroviç üçlüsünün oyun zekaları ve saha görüşleri Slovenya'nın oyununun temel direğini oluşturuyor. Kariyeri boyunca sakatlıklarla boğuşan Beciroviç'in şampiyonada beklenen seviyede oynamadığı düşünülebilir ama bu saçayağını oluşturan oyunculardan birisi olarak hala çok değerli.
Slovenya kolay kolay hücum düzenlerini bozabileceğiniz bir takım değil. Oyunu hızlandırabildiğiniz ölçüde oyun kurmadan hücuma çıkmalarını sağlamak oldukça zor. Yüksek tempodan kaçınıyorlar, hücumda insiyatifi mutlaka Lakoviç, Dragiç, Beciroviç üçlüsünden sahada olan ikisinin ellerine bırakıyorlar. Onlar dışında Nachbar gibi savaşçı özellikleri kısıtlı ama çok tehlikeli şutu olan bir skorere sahipler. Nachbar'ın şampiyonanın başından bu yana Slovenya'nın en iştahlı oyuncularından birisi olduğunu ve Slovenya'nın eksik kalacağı düşünülen bölgedeki, uzun rotasyonundaki oyunculara ribauntlarıyla hatırı sayılır yardımları olduğunu da unutmamak lazım.
Lakoviç'in sakin oyun kuruculuğu, Dragiç'in kendinden beklenen patlamayı yapıp rakip savunmanın dengelerini alt üst eden penetreleriyle kurulan setlerde Nachbar'ın boşa çıkıp bulacağı 3 sayılık atışlarla savunmamızı çökertme ihtimali göz korkutuyor.
Slovenya oyun zekası, saha görüşü ve hücumda topu paylaşmayı bilen oyuncularla öne çıksa da, oyun sertleştiğinde ve tempo arttığında düzeni bozulan bir takım. Sahada sürekli olarak çok becerikli ve hücum yetenekleri gelişmiş 2 oyunkurucuyla oynayabiliyor olmalarına rağmen pota altında güçlü takımlara karşı sorunlar yaşamaları muhtemel.
Lorbek kardeşlerin kadroda olmaması onlar için doldurulması çok güç bir boşluk doğuruyor.
İlk bakışta muhteşem bir pivot fiziğine sahip olduğu düşünülen Brezec, oyun zekası ve hücum becerilerine rağmen fiziksel mücadeleden kaçan yapısıyla o bölgeyi savaş alanına çevirmekten uzak bir oyuncu.
Şu ana kadar iyi bir turnuva geçiren Miha Zupan ve Uros Slokar'da savaşçı oyuncular, inatçı ve kolay kolay yenilgiyi kabul etmeyen oyuncular ama Vidmar dışında boyalı alanda rakibe gözdağı verecek oyuncuları yok. İşler oralarda kavga etmeye gelince bizim takımın Slovenya'ya önemli bir üstünlük kuracaktır.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Milli takım ve Dünya Şampiyonası üzerine


ntvspor.net'te gezinirken, okur-yazar bölümünde Kaan Kural'ın ''Hazırlık döneminde artık deneme yanılma değil, rötüş zamanı. Ancak iki tane sorun var. Birincisi yapısal ikincisi geleneksel… Geleneksel anlamda Tanjevic’in bir takım ısrarları, stratejik hedefleri vardı. Fakat geçtiğimiz 6 yıl içinde bu hedeflere pek ulaşamadığımızı gördük.” diyerek açtığı konunun altına bzim takımın Dünya şampiyonasında yapabilecekleri, onlardan beklentilerimiz tadındabir kaç paragraf karaladım. Yazıyı buraya da kopyalıyorum.

'' Yıllardır bize anlatılan masalın nihayet sonuç bölümüne geliyoruz; masal bu, başından sonuna kadar işler yolunda gitmez, her daim mutluluklar yaşanmaz aksine kabuslarla dolu günlerden, felaketlerin eşiğinden kurtulup masalın sonunda mutlu mesut olmak masal kahramanlarının kaderidir.
Ama bize anlatılan masalda sorun var sanki. 2010’da bu ülkenin insanlarının ancak hayallerinde yaşayabileceği düşünülen dünya şampiyonasında final oynama rüyasının somut bir gerçeğe dönüşeceği bize muştulandığından bu yana geçen yıllar içerisinde anlatılan masalın mutlu sonla biteceğine dair inancı olanların sayısı günden güne azaldı.
Şampiyonaya sayılı günler kala, artık yalnızca görmek istemeyen gözlerle duymak istemeyen kulaklara sahip olanlar ulusal takımdan ciddi bir başarı bekliyorlar sanki.
Benzer bir süreci, Tanjeviç dönemi boyunca Fenerbahçe’de yaşadık. 2010 yılında Euroleague’de final four hedefi dillendirilip, hedefi dillendirenlerin geride kalan 3 sezon içerisinde Avrupa’nın bu en zor liginde tecrübe sahibi olan sadece tek bir oyuncuyu transfer ettikleri bir garip planlamanın yıkıntılarını yaşayıp, en sonunda Euroleague’de başarılı olabilmenin gereklerini hiçbir biçimde yansıtamayan; zorluklar karşısında çabuk teslim olan, kendisinden kadroca güçlü takımlara maçların henüz ilk periyotlarında boyun eğen, yumuşak, inançsız bir takım kaldı elde.
Tanjeviç’in kariyerinin belki de son yıllarını yaşadığı ülkemizde adeta masal anlatıcılarının iş ortağı olarak görev yapması, Avrupa basketbolunda efsane sıfatıyla anılan bir koç için acı bir durum. Ama bu duruma düşmesinde kendi katkıları yadsınamaz. Bununla birlikte, ülkemizde basketbol hakkında fikir beyan eden hemen hemen herkesin bağımsız düşünce oluşturmasını engelleyen ezberlerin tuzağına da düşmemek lazım. Tanjeviç’i anlamaya çalışmadan, sanki ülkemiz her geçen gün birbirinden değerli oyuncular üretiyor da Tanjeviç’in yanlış seçimleriyle bu potansiyel heder oluyormuşcasına bir yanlış kanıya düşmemek lazım.
Tanjeviç’in denemelerinin bir türlü son bulmadığı doğru, aynı sorunu Fenerbahçe’de de yaşadı, yaşattı. Hazırlık süreçlerini olabildiğince çok oyuncuyla ve bu oyunculara farklı görevler vererek yaşamak bir yere kadar anlaşılabilir. Çok oyuncunun kendisini takımın bir parçası olarak hissetmesinin yolunu açmanın bir gereğidir bu ayrıca oyuncuların farklı yeteneklerini ortaya çıkartıp, oyun planlarında alternatif bolluğu yaratmaya çabalamış olabilir. Ancak, Tanjeviç’in bu noktada yaşadığı en büyük sorun oyuncularına onların oynamasını istediği rolleri onlara benimsetmekte zorluk çekmesiydi. Ki, zaten bu kadar deneme bu zararı doğuruyor. Denemelere son verip, kimlerden ne yapması gerektiğini istiyorsa o oyuncuları ısrarla istediği görevlerle doğru pozisyonlarda oynatması gerekirken, bu doğruyu yapma zamanı çoktan geldi de geçti bile.
Bu noktada, sakatlıklar bahne olarak öne sürülebilir. Türkiye’nin bir Sırbistan gibi aynı pozisyonlarda birbirlerine alternatif olacak çok sayıda yetenekli oyuncuyu yetiştiren bir basketbol ülkesi olmamasından kaynaklı tek bir sakatlığın bile taşların yerinden oynamasına yeni denemeleri, dengeleri sarsacak arayışlara yol açmayı zorunlu kıldığı da söylenebilir. Elbette, topraklarından basketbol yetenekleri fışkıran bir ülke değiliz ama altyapılar seviyesinde her daim çıkış yapacak genç yetenekleri barındıran ama bunları bir türlü üst düzey basketbol oyuncuları haline getiremeyen bir ülkenin ulusal takım yetkilileri bu göreve henüz birkaç yıl önce gelmiş değillerse bu bahanelerin arkasına sığınma hakları olmamalı.
Can sıkıcı sonuçlarla hazırlanıyoruz şampiyonaya. Dahası aynı geçen yıl Eurobasket öncesinde olduğu gibi yine Hidayet ve Ersan’ın gününde oldukları maçları kazanırız diyen, Avrupa basketbolundan zerre anlamayan, NBA hayranlığıyla Avrupa basketboluna bakıp, birbirinden bambaşka bu iki basketbol dünyasını aynı dinamikler üzerinde yükseldikleri yanılgısına düşenlerin yarattığı bulanıklık önümüzü görmeyi de zorlaştırıyor.
Geçen yaz, Eurobasket her ne kadar Avrupa’nın çok değerli, üst düzey oyuncularının bir çoğunun teşrif etmediği bir turnuva olarak tarihe geçse de, bizim takımın o turnuvanın en heyecan verici takımlarından bir tanesi olduğunu ve yarı finali kılpayıyla kaçırdığını unutmamak lazım. Tanjeviç, yine berbat ve denemelerle geçen hazırlık dönemi sonrası o turnuvada takımından beklediği çoğu şeyi, oyuncularından almayı başarmıştı.
Yapısal olarak bizim takımın Avrupa basketbolunda özellikle yerel liglerin en heyecanlısı ve kalitelisi olarak addedilen İspanya liginde oynanan türden tempoyu hiç düşürmeden oynayabilen ve sahanın her yerinden şut atabilme, dribling, oyunu okuma ve kurma,doğru ve isabetli pas verebilme, oyunun iki alanını çabuk katedebilme yetenekleriyle donatılmış beşlerle sahada olan bir takım oyununu oynaması pek mümkün değil.
Avrupa’da kazanan takımlar artık böyle oynuyorlar ama sözkonusu olan misal Litvanya gibi, eski Yugoslavya’dan türeyen ülkeler gibi ekol haline gelmiş modelleri olmayan ulusal takımlarsa bu tip kadroları kurabilmek yerine eldeki yeteneklere uygun modeller yaratmak daha doğru oluyor.
Ulusal takıma bu gözle bakarak, Tanjeviç’in takımına oynatmaya çalıştığı oyunu anlayabiliriz. Yaşlı kurt her şeyden önce mutlaka oyunun her iki yönünde de maça konsantrasyonlarını ve oyun planına sadakatlerini maçın hiçbir anında kaybetmeyecek oyunculardan kurulu bir müfreze tahayyül ediyor. Rakibin yüksek tempolu oyun isteğine karşı olabildiğince rakibi uyutan, guarda baskıyla, rakibin pas otomatiğini ve penetrelerini engelleyerek onları hücum düzenlerinin dışına çıkartarak bir anlamda oyunu tutarak oynamayı hedefleyenbir koç. Bunun yanı sıra hücumda mutlaka seçerek ve topu olabildiğince paylaşarak atan dolayısıyla rakibe koşarak oynama fırsatı vermeyen ‘’tutucu’’ bir oyun anlayışını benimsiyor. Bu noktada Tanjeviç’in Avrupa basketbolunun git gide artan tempolu oyun anlayışına mantelite olarak ayak uyduramadığı söylenebilir ama yüksek tempolu oyunda dağılıp giden bir takıma sahip olmanın zorunluluklarını da gözden kaçırmamak lazım.
Tanjeviç’in onyıllardır kafasında değişmeyen bazı doğrular olduğunu biliyoruz. Onun için değerli olan uzun kollu uzunlar aslında Avrupa basketbolunun geldiği aşamada hayli değerli olabilecek tipte oyuncular ama maalesef bizim kadromuzda bulunan ve Tanjeviç’in yıllardır pota altı yetenekleri dışında, dışarıdan oynayabilme özelliklerini geliştirmeye çabaladığı uzunların onun kafasındaki gibi; dışarıdan da düzgün şut atmayı becerebilen, dribling becerileri ve top hakimiyetleri yüksek ve çabuk ayaklarıyla dış oyuncuları tutabilen özellikle rakibin pick’n rollerinde kısa oyuncu karşısında geçilmez olabilen uzunlar haline gelemediler.
Bir başka deyişle; Tanjeviç’in yıllardır inatla üzerine oyun planlarını kurmayı düşündüğü türden özelliklere sahip olduğunu söyleyebileceğimiz tek oyuncunun Kerem Gönlüm olduğu bir kadro var elde. Dünya şampiyonasına günler kala bu gerçekle baş başa kalmış olmak ise neresinden bakılırsa bakılsın yıllardır anlatılan masalın bizi uyutmak amacıyla anlatılmış olduğunu gözler önüne seriyor gibi.
Tanjeviç’in, değişmeyen, öğrenmeye direnen yapısı bu yıkıntıda başrol oynamıştır ama bu noktada elbirliğiyle Tanjeviç’i tu kaka ilan eden cümle yerli basketbol koçlarının da ülkede üst düzey oyuncu yetiştirme kısırlığına saplanan basketbol dünyamızın bu duruma gelişinde önemli derecede sorumluluk sahibi olduklarını unutmamaları gerekir.
Tüm olumsuzluklara karşın ulusal takım Dünya şampiyonasında başarılı olamaz mı sorusu ise kafaları kucalıyor elbette. Peşinen söylemek lazım ki, önceki turnuvalarda zaman zaman beklentilerin üzerinde performanslar gösteren takımdan yine heyecan verici sonuçlar beklemek hayalcilik olmaz.
Takım oyununa, koçun çizdiği setlere sıkı sıkıya bağlı kalarak, yüksek konsantrasyonla oynayan ulusal takımın, maçlarda tempoyu tuttuğu sürece kolay kolay teslim olmadığını biliyoruz. Ancak geriye düşüşlerde hücum düzenini bir kenara bırakıp, basketbolu yalnızca turnuva zamanlarında hatırlayan medyanın bilinçaltımıza adeta zorla yerleştirdiği şekilde Hidayet ve Ersan’ın eline bakan takıma dönüşünce işler sarpa sarıyor.
Yine de; umutlu olmak için sebebler var. Rakip topu pota altından oyuna soktuğu andan itibaren baskıyı kuracak, rakibi sindirip onun oyun düzenine çomak sokacak oyuncularımız, Sinan ve Ömer Onan’ın iştahlarının pota altında sezonu boş geçen Ömer Aşık ve Kerem Gönlüm’ün hücumda takıma hareketlilik ve bol seçenek getiren yaratıcı oyunlarının ümit verici olduğunu söylemek lazım. Ancak bunların yanı sıra Ender ve Engin’in sakatlıklarında zaten devamlılık ve yüksek fizik güç gerektiren maçlarda yetersizlik sorunu yaşayan Kerem’in, üst düzey maç oynama tecrübesine sahip olmayan bir guardla yedeklenmesi büyük sorun. Guard mevkinde yeteri kadar agresif, yırtıcı ve zorlandığımız maçları kopartıp alacak son hamleleri yapma becerisine sahip bir rotasyona sahip olmadan önemli bir başarı elde etmek çok güç. Benzeri bir eksiklik, pota altında da göze çarpıyor. Ama bu eksikliği doğuran etkenlerin oyuncu eksikliği dışında başka bir müsebbibi var elbette; o da Tanjeviç’in artık alıştığımız keçi inadı. Pota altında kısalarla koordineli biçimde yüzü potaya dönük olarak hücum edebilme özelliklerine sahip uzunları olan ama özellikle sayı bulmanın artık iyice güçleştiği, rakip savunmaların dirençlerinin ve konsantrasyonlarının en üst düzeye çıktığı maçların kader anlarında pota altını fizik gücü ve dayanıklılığıyla domine edebilecek, arkası dönük olarak oynama becerisine sahip, kendi şut pozisyonunu kendi yaratan bir anlamda ekmeğini taştan çıkartacak pivot eksikliği elzem bir sorun olarak duruyor önümüzde. Tanjeviç’in bu tip pivotları sevmediğini biliyoruz ama bu düzeyde bu tip oyuncuların katkısını alabileceğiniz bir kadro derinliğine ihityaç duyuyorsunuz.
Kısaca, halen değil yerleşmiş eksiklerimiz var demek doğru olur. Zira bu eksikler zamanla değil doğru planlamayla ve yalnızca ulusal takım sorumlularının çabasıyla değil tüm basketbol camiamızın çabalarıyla çözümlenecek sorunlardı. Olmadı.
Yine de, takım olma bilinciyle ve birbirlerine kenetlenerek oynadığı zaman sürprizler yapabilen bir takıma sahibiz. Gerçi yıllardır anlatılan masalda ancak sürpriz performanslara güvenen bir takıma yer yoktu ama olsun. Umut fakirin ekmeğidir. ''

3 Ağustos 2010 Salı

Akdeniz ligi üzerine serbest düşünceler


Son günlerde dedikodu olmaktan çıkıp herkesin diline dolanan bir olasılığa dönüşen bir durum var; aralarında bizim memleketinde bulunduğu 7 Akdeniz bölgesi ülkesinin üst düzey takımlarının katılacağı yeni bir ligin kurulması üzerine ciddi ciddi çalışıldığı artık bir gerçek.
Bir nevi, mini Euroleague ama daha çok İspanya ligi ACB'nin kalitesiyle diğer yerel liglerin çok üzerinde bir ilgiye mazhar olması sebebiyle ona alternatif olabilecek kalitede bir hafta sonu ligi inşa etme çabası gibi duruyor bu girişim.
Projenin fikir babasının eski FIBA başkanı Giorgos Vassilakopoulos olduğu, basketbolun marka değerini, endüstriyel pazarını geliştirme zırvalarını bolca telafuz eden Olimpiakos kulübü ve Avrupa kulüpleriyle daha yakın temas halinde olmak isteyen Maccabi Tel Aviv başta olmak üzere bazı kulüplerin olaya sıcak baktıkları da biliniyor.
Adriyatik ve Baltık liglerine benzer bir biçim öngörülüyor. Akdeniz liginde yeralacak takımlar, kendi ülke liglerinin normal sezonunda yer almayıp play offlardan itibaren ülke liglerindeki mücadeleye katılacaklar.
Belki henüz sadece bir fikir ama üzerine düşünmekte fayda var.
Türkiye, Yunanistan, İtalya, Sırbistan, İsrail, Bulgaristan ve Güney Kıbrıs ülkelerinden 16 takımın katılması öngörülen ligin pazarlama faaliyetlerine bağlı olarak, ilgi çekici, sporun endüstriyel bağlamında değer yaratan bir lig olma ihtimali büyük.
Kalite anlamında ACB'ye kıyasla ne düzeyde olur bunu kestirmek güç. Zira yerel ligler 3-4 senede kalitesinden çok şey kaybedip, çok şey kazanabiliyorlar.
Bu proje gerçekleşirse, Adriyatik ligi Partizan'sız yavan kalır o da ayrı konu.
Şimdi böylesine bir projenin, üst düzey takımların çekişmeli maçlarına sahne olacağı ve çekişmesiz ve yavan maçlara sahne olan yerel liglerin normal sezonlarının sıkıcılığından kurtulacağımızı düşünerek çok kişinin ilgisini çekeceği aşikar.
Yalnız bu noktada, bu projenin bir açıdan da Avrupa basketbolunu ciddi bir tehlike içine sokmasının muhtemel olduğunu görmemek olmaz.
Adriyatik ve Baltık ligleri kimseyi yanıltmasın. O iki bölge toprağından basketbol yetenekleri fışkıran birer havza. Oralarda ligin en üst düzey takımlarını ülke liglerinin dışında tutsanız bile kalite belli bir düzeyin altına düşmez her daim yeni oyuncular kendilerini, yeteneklerini, maç kazanma becerilerini geliştirecek rekabet ortamını bulabilirler.
Oysa misal bizimki gibi ülkelerde hatta Yunanistan, Güney Kıbrıs, Bulgaristan gibi ülkelerde zaten yeni yeteneklerin yetişmesi için yeterli kalitede rekabet ortamı yaratabilmek sorunken, ülkelerin üst düzey takımlarını ülke liglerinden kopartmak büyük sorun teşkil edecektir.
Sahne önünde daha kaliteli ve daha şaşalı bir basketbol ortamı oluşturabilirsiniz ama yerel liglerde ülkesinin üst düzey takımlarından kopan ''diğerleri''yle o ''üst düzey rekabeti'' yaşayan takımlar arasındaki açı hem kalite hem bütçe anlamında gitgide açılacak ve yeni oyuncular kendilerini geliştirebilecek zorlu ortamlar yerine renksiz ve zeksiz bir ortamda çürüyüp gidecekler.
Düşünün Türkiye liginde play ofllara kalamayantakımlar, Efes , Fenerbahçe hatta belki de Telekom, Galatasaray, Beşiktaş'la karşılaşamayacaklar. Çöken yerel ligler kaliteli Akdeniz ligini destekleyemediği ölçüde belki de git gide daha fazla Amerikalı oyuncu Akdeniz ligine doluşacak, zayıflayan Avrupa basketbolu altyapısı yapısına uygun olmayan Amerikalı oyuncuların istilasıyla bocalama dönemine girecek.
Amatör bir ruhla, küçük çapta bir felaket senaryosu yazmaya çalıştığımın farkındayım. Ama bu tip girişimlerin basketbolun ''satılabilirliğini'' arttırmayı hedeflerken aslında Avrupa basketbolunun dinamiklerine bomba koyan girişimler olma ihtimalini de gözden kaçırmamak lazım.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Küçük dev adamın yükselişi


Siena'nın Bo McCalebb'i, Euroleague'in son 4-5 yıldaki en başarılı guardlarından Mc Intyre'ın yerine transfer etmesi transfer sezonunun en ilginç hamlelerinden birisi oldu.
2 yıldır ha dağıldılar ha dağılacaklar diye beklenen ama bir biçimde mevcut ve birbirine sıkı sıkıya bağlı kadrolarını elde tutmayı başaran İtalya şampiyonu açısından geçen yıl beklendiği kadar iyi geçmedi.
Son 10 yılda yaptıklarıyla ''Siena modeli'' adlı mütevazi bir gelişim modeli ortaya çıkaran, Euroleague'in dev bütçeli ekipleriyle başa çıkacak bütçelere erişmesi hayal olan bizim memleketin takımları için Euroleague'de başarı için izlenebilecek belki de en doğru yolu çizmiş olan italyan ekibi için son bir kaç yıldır iyice yoldan çıkan dev bütçelerle baş edebilmek en büyük sorun.
Zaten geçen yıl İtalya ligini yine silip süpürmüş olsalar da Euroleague'de final four mücadelesinin uzağında kaldılar.
Geçen yıl makine gibi işleyen sistemlerinin oyun zekasıyla en önemli dişlilerinden birisi olan Kaukenas'ı kaybettiklerinde onların tıkır tıkır işleyen sistemleri için endişelenmiştik. Ama işler bu sezon daha da kötüye gidebilir.
Euroleague'in en izlenesi takımlarından birisi olan Siena geçen yıl Kaukenas'ı kaybettikten sonra kısa rotasyonunda bu yıl da önemli kayıplar yaşıyor, Romain Sato'nun gidişi onlaraçısından önemli bir kayıp. Bireysel yetenekleri her daim tartışma konusu olan ama birarada müthiş işler yapan Siena kadrosunun, son 4 yıldır, çabukluğu, oyun zekası ve asist becerisiyle maestrosu konmundaki Mc Intyre'ı kaybetmek ise gıptayla bakılan bu model takım için hakikaten acı bir durum.
Siena, Mc Intyre'ın yerini doldurabilecek bir guardı alabilecek bütçeyi ayıracak olsa zaten onu kaybetmezdi. Bu koşullarda kendi yükselişleri gibi harika bir yükseliş hikayesine sahip Bo McCalebb'le anlaştılar.
Sadece 2 yıl önce Türkiye liginin orta sıralarına tutunma mücadelesi veren Mersin BSB'de forma giyen, atletik özellikleri, sayı potansiyeli ve çabukluğuyla göz doldursa da üst düzey bir oyuncu olacağı konusunda pek bir ışık vermeyen Ammerikalı oyuncunun Partizan'a transfer olması bir çoğumuzu şaşırtmışken, geçen yıl Partizan'ın Euroleague'de final four oynamasındaki katkılarıyla şaşkınlığımızı bir kat daha arttırdı.
Final four da, Vujoseviç'in safkan Yugoslav takımında, Partizan'ın alışılagelmiş oyunundan farklı bir stile farklı bir basketbol anlayışına sahip guardı olarak yaptıkları takdire şayandı. Mc Intyre gibi bir oyuncunun yerini doldurmak kolay olmasa da, Siena topraklarında her oyuncunun yeteneklerinin üzerinde işler yapabildiğini unutmamak lazım. Kaldı ki, Mc Intyre'ın Siena'da Avrupa'nın en iyi guardlarından biri haline gelmeden önce parlak bir Avrupa kariyeri olmadığının, tanınırlığının İtalya yerelliğiyle sınırlı olduğunun altını çizmek lazım.
İlginç ve beraberinde soru işaretlerini taşıyan bir transfer.
Bo McCalebb'in yükselişinin devam edip etmeyeceği bir kenara, kan kaybeden Siena'nın güçlü modeliyle dev bütçeli takımlara rağmen Avrupa'nın zirvesi için mücadeleye devam edip edemeyeceği soruları da sezon boyunca sorulacak gibi.