28 Ağustos 2010 Cumartesi

Milli takım ve Dünya Şampiyonası üzerine


ntvspor.net'te gezinirken, okur-yazar bölümünde Kaan Kural'ın ''Hazırlık döneminde artık deneme yanılma değil, rötüş zamanı. Ancak iki tane sorun var. Birincisi yapısal ikincisi geleneksel… Geleneksel anlamda Tanjevic’in bir takım ısrarları, stratejik hedefleri vardı. Fakat geçtiğimiz 6 yıl içinde bu hedeflere pek ulaşamadığımızı gördük.” diyerek açtığı konunun altına bzim takımın Dünya şampiyonasında yapabilecekleri, onlardan beklentilerimiz tadındabir kaç paragraf karaladım. Yazıyı buraya da kopyalıyorum.

'' Yıllardır bize anlatılan masalın nihayet sonuç bölümüne geliyoruz; masal bu, başından sonuna kadar işler yolunda gitmez, her daim mutluluklar yaşanmaz aksine kabuslarla dolu günlerden, felaketlerin eşiğinden kurtulup masalın sonunda mutlu mesut olmak masal kahramanlarının kaderidir.
Ama bize anlatılan masalda sorun var sanki. 2010’da bu ülkenin insanlarının ancak hayallerinde yaşayabileceği düşünülen dünya şampiyonasında final oynama rüyasının somut bir gerçeğe dönüşeceği bize muştulandığından bu yana geçen yıllar içerisinde anlatılan masalın mutlu sonla biteceğine dair inancı olanların sayısı günden güne azaldı.
Şampiyonaya sayılı günler kala, artık yalnızca görmek istemeyen gözlerle duymak istemeyen kulaklara sahip olanlar ulusal takımdan ciddi bir başarı bekliyorlar sanki.
Benzer bir süreci, Tanjeviç dönemi boyunca Fenerbahçe’de yaşadık. 2010 yılında Euroleague’de final four hedefi dillendirilip, hedefi dillendirenlerin geride kalan 3 sezon içerisinde Avrupa’nın bu en zor liginde tecrübe sahibi olan sadece tek bir oyuncuyu transfer ettikleri bir garip planlamanın yıkıntılarını yaşayıp, en sonunda Euroleague’de başarılı olabilmenin gereklerini hiçbir biçimde yansıtamayan; zorluklar karşısında çabuk teslim olan, kendisinden kadroca güçlü takımlara maçların henüz ilk periyotlarında boyun eğen, yumuşak, inançsız bir takım kaldı elde.
Tanjeviç’in kariyerinin belki de son yıllarını yaşadığı ülkemizde adeta masal anlatıcılarının iş ortağı olarak görev yapması, Avrupa basketbolunda efsane sıfatıyla anılan bir koç için acı bir durum. Ama bu duruma düşmesinde kendi katkıları yadsınamaz. Bununla birlikte, ülkemizde basketbol hakkında fikir beyan eden hemen hemen herkesin bağımsız düşünce oluşturmasını engelleyen ezberlerin tuzağına da düşmemek lazım. Tanjeviç’i anlamaya çalışmadan, sanki ülkemiz her geçen gün birbirinden değerli oyuncular üretiyor da Tanjeviç’in yanlış seçimleriyle bu potansiyel heder oluyormuşcasına bir yanlış kanıya düşmemek lazım.
Tanjeviç’in denemelerinin bir türlü son bulmadığı doğru, aynı sorunu Fenerbahçe’de de yaşadı, yaşattı. Hazırlık süreçlerini olabildiğince çok oyuncuyla ve bu oyunculara farklı görevler vererek yaşamak bir yere kadar anlaşılabilir. Çok oyuncunun kendisini takımın bir parçası olarak hissetmesinin yolunu açmanın bir gereğidir bu ayrıca oyuncuların farklı yeteneklerini ortaya çıkartıp, oyun planlarında alternatif bolluğu yaratmaya çabalamış olabilir. Ancak, Tanjeviç’in bu noktada yaşadığı en büyük sorun oyuncularına onların oynamasını istediği rolleri onlara benimsetmekte zorluk çekmesiydi. Ki, zaten bu kadar deneme bu zararı doğuruyor. Denemelere son verip, kimlerden ne yapması gerektiğini istiyorsa o oyuncuları ısrarla istediği görevlerle doğru pozisyonlarda oynatması gerekirken, bu doğruyu yapma zamanı çoktan geldi de geçti bile.
Bu noktada, sakatlıklar bahne olarak öne sürülebilir. Türkiye’nin bir Sırbistan gibi aynı pozisyonlarda birbirlerine alternatif olacak çok sayıda yetenekli oyuncuyu yetiştiren bir basketbol ülkesi olmamasından kaynaklı tek bir sakatlığın bile taşların yerinden oynamasına yeni denemeleri, dengeleri sarsacak arayışlara yol açmayı zorunlu kıldığı da söylenebilir. Elbette, topraklarından basketbol yetenekleri fışkıran bir ülke değiliz ama altyapılar seviyesinde her daim çıkış yapacak genç yetenekleri barındıran ama bunları bir türlü üst düzey basketbol oyuncuları haline getiremeyen bir ülkenin ulusal takım yetkilileri bu göreve henüz birkaç yıl önce gelmiş değillerse bu bahanelerin arkasına sığınma hakları olmamalı.
Can sıkıcı sonuçlarla hazırlanıyoruz şampiyonaya. Dahası aynı geçen yıl Eurobasket öncesinde olduğu gibi yine Hidayet ve Ersan’ın gününde oldukları maçları kazanırız diyen, Avrupa basketbolundan zerre anlamayan, NBA hayranlığıyla Avrupa basketboluna bakıp, birbirinden bambaşka bu iki basketbol dünyasını aynı dinamikler üzerinde yükseldikleri yanılgısına düşenlerin yarattığı bulanıklık önümüzü görmeyi de zorlaştırıyor.
Geçen yaz, Eurobasket her ne kadar Avrupa’nın çok değerli, üst düzey oyuncularının bir çoğunun teşrif etmediği bir turnuva olarak tarihe geçse de, bizim takımın o turnuvanın en heyecan verici takımlarından bir tanesi olduğunu ve yarı finali kılpayıyla kaçırdığını unutmamak lazım. Tanjeviç, yine berbat ve denemelerle geçen hazırlık dönemi sonrası o turnuvada takımından beklediği çoğu şeyi, oyuncularından almayı başarmıştı.
Yapısal olarak bizim takımın Avrupa basketbolunda özellikle yerel liglerin en heyecanlısı ve kalitelisi olarak addedilen İspanya liginde oynanan türden tempoyu hiç düşürmeden oynayabilen ve sahanın her yerinden şut atabilme, dribling, oyunu okuma ve kurma,doğru ve isabetli pas verebilme, oyunun iki alanını çabuk katedebilme yetenekleriyle donatılmış beşlerle sahada olan bir takım oyununu oynaması pek mümkün değil.
Avrupa’da kazanan takımlar artık böyle oynuyorlar ama sözkonusu olan misal Litvanya gibi, eski Yugoslavya’dan türeyen ülkeler gibi ekol haline gelmiş modelleri olmayan ulusal takımlarsa bu tip kadroları kurabilmek yerine eldeki yeteneklere uygun modeller yaratmak daha doğru oluyor.
Ulusal takıma bu gözle bakarak, Tanjeviç’in takımına oynatmaya çalıştığı oyunu anlayabiliriz. Yaşlı kurt her şeyden önce mutlaka oyunun her iki yönünde de maça konsantrasyonlarını ve oyun planına sadakatlerini maçın hiçbir anında kaybetmeyecek oyunculardan kurulu bir müfreze tahayyül ediyor. Rakibin yüksek tempolu oyun isteğine karşı olabildiğince rakibi uyutan, guarda baskıyla, rakibin pas otomatiğini ve penetrelerini engelleyerek onları hücum düzenlerinin dışına çıkartarak bir anlamda oyunu tutarak oynamayı hedefleyenbir koç. Bunun yanı sıra hücumda mutlaka seçerek ve topu olabildiğince paylaşarak atan dolayısıyla rakibe koşarak oynama fırsatı vermeyen ‘’tutucu’’ bir oyun anlayışını benimsiyor. Bu noktada Tanjeviç’in Avrupa basketbolunun git gide artan tempolu oyun anlayışına mantelite olarak ayak uyduramadığı söylenebilir ama yüksek tempolu oyunda dağılıp giden bir takıma sahip olmanın zorunluluklarını da gözden kaçırmamak lazım.
Tanjeviç’in onyıllardır kafasında değişmeyen bazı doğrular olduğunu biliyoruz. Onun için değerli olan uzun kollu uzunlar aslında Avrupa basketbolunun geldiği aşamada hayli değerli olabilecek tipte oyuncular ama maalesef bizim kadromuzda bulunan ve Tanjeviç’in yıllardır pota altı yetenekleri dışında, dışarıdan oynayabilme özelliklerini geliştirmeye çabaladığı uzunların onun kafasındaki gibi; dışarıdan da düzgün şut atmayı becerebilen, dribling becerileri ve top hakimiyetleri yüksek ve çabuk ayaklarıyla dış oyuncuları tutabilen özellikle rakibin pick’n rollerinde kısa oyuncu karşısında geçilmez olabilen uzunlar haline gelemediler.
Bir başka deyişle; Tanjeviç’in yıllardır inatla üzerine oyun planlarını kurmayı düşündüğü türden özelliklere sahip olduğunu söyleyebileceğimiz tek oyuncunun Kerem Gönlüm olduğu bir kadro var elde. Dünya şampiyonasına günler kala bu gerçekle baş başa kalmış olmak ise neresinden bakılırsa bakılsın yıllardır anlatılan masalın bizi uyutmak amacıyla anlatılmış olduğunu gözler önüne seriyor gibi.
Tanjeviç’in, değişmeyen, öğrenmeye direnen yapısı bu yıkıntıda başrol oynamıştır ama bu noktada elbirliğiyle Tanjeviç’i tu kaka ilan eden cümle yerli basketbol koçlarının da ülkede üst düzey oyuncu yetiştirme kısırlığına saplanan basketbol dünyamızın bu duruma gelişinde önemli derecede sorumluluk sahibi olduklarını unutmamaları gerekir.
Tüm olumsuzluklara karşın ulusal takım Dünya şampiyonasında başarılı olamaz mı sorusu ise kafaları kucalıyor elbette. Peşinen söylemek lazım ki, önceki turnuvalarda zaman zaman beklentilerin üzerinde performanslar gösteren takımdan yine heyecan verici sonuçlar beklemek hayalcilik olmaz.
Takım oyununa, koçun çizdiği setlere sıkı sıkıya bağlı kalarak, yüksek konsantrasyonla oynayan ulusal takımın, maçlarda tempoyu tuttuğu sürece kolay kolay teslim olmadığını biliyoruz. Ancak geriye düşüşlerde hücum düzenini bir kenara bırakıp, basketbolu yalnızca turnuva zamanlarında hatırlayan medyanın bilinçaltımıza adeta zorla yerleştirdiği şekilde Hidayet ve Ersan’ın eline bakan takıma dönüşünce işler sarpa sarıyor.
Yine de; umutlu olmak için sebebler var. Rakip topu pota altından oyuna soktuğu andan itibaren baskıyı kuracak, rakibi sindirip onun oyun düzenine çomak sokacak oyuncularımız, Sinan ve Ömer Onan’ın iştahlarının pota altında sezonu boş geçen Ömer Aşık ve Kerem Gönlüm’ün hücumda takıma hareketlilik ve bol seçenek getiren yaratıcı oyunlarının ümit verici olduğunu söylemek lazım. Ancak bunların yanı sıra Ender ve Engin’in sakatlıklarında zaten devamlılık ve yüksek fizik güç gerektiren maçlarda yetersizlik sorunu yaşayan Kerem’in, üst düzey maç oynama tecrübesine sahip olmayan bir guardla yedeklenmesi büyük sorun. Guard mevkinde yeteri kadar agresif, yırtıcı ve zorlandığımız maçları kopartıp alacak son hamleleri yapma becerisine sahip bir rotasyona sahip olmadan önemli bir başarı elde etmek çok güç. Benzeri bir eksiklik, pota altında da göze çarpıyor. Ama bu eksikliği doğuran etkenlerin oyuncu eksikliği dışında başka bir müsebbibi var elbette; o da Tanjeviç’in artık alıştığımız keçi inadı. Pota altında kısalarla koordineli biçimde yüzü potaya dönük olarak hücum edebilme özelliklerine sahip uzunları olan ama özellikle sayı bulmanın artık iyice güçleştiği, rakip savunmaların dirençlerinin ve konsantrasyonlarının en üst düzeye çıktığı maçların kader anlarında pota altını fizik gücü ve dayanıklılığıyla domine edebilecek, arkası dönük olarak oynama becerisine sahip, kendi şut pozisyonunu kendi yaratan bir anlamda ekmeğini taştan çıkartacak pivot eksikliği elzem bir sorun olarak duruyor önümüzde. Tanjeviç’in bu tip pivotları sevmediğini biliyoruz ama bu düzeyde bu tip oyuncuların katkısını alabileceğiniz bir kadro derinliğine ihityaç duyuyorsunuz.
Kısaca, halen değil yerleşmiş eksiklerimiz var demek doğru olur. Zira bu eksikler zamanla değil doğru planlamayla ve yalnızca ulusal takım sorumlularının çabasıyla değil tüm basketbol camiamızın çabalarıyla çözümlenecek sorunlardı. Olmadı.
Yine de, takım olma bilinciyle ve birbirlerine kenetlenerek oynadığı zaman sürprizler yapabilen bir takıma sahibiz. Gerçi yıllardır anlatılan masalda ancak sürpriz performanslara güvenen bir takıma yer yoktu ama olsun. Umut fakirin ekmeğidir. ''

3 Ağustos 2010 Salı

Akdeniz ligi üzerine serbest düşünceler


Son günlerde dedikodu olmaktan çıkıp herkesin diline dolanan bir olasılığa dönüşen bir durum var; aralarında bizim memleketinde bulunduğu 7 Akdeniz bölgesi ülkesinin üst düzey takımlarının katılacağı yeni bir ligin kurulması üzerine ciddi ciddi çalışıldığı artık bir gerçek.
Bir nevi, mini Euroleague ama daha çok İspanya ligi ACB'nin kalitesiyle diğer yerel liglerin çok üzerinde bir ilgiye mazhar olması sebebiyle ona alternatif olabilecek kalitede bir hafta sonu ligi inşa etme çabası gibi duruyor bu girişim.
Projenin fikir babasının eski FIBA başkanı Giorgos Vassilakopoulos olduğu, basketbolun marka değerini, endüstriyel pazarını geliştirme zırvalarını bolca telafuz eden Olimpiakos kulübü ve Avrupa kulüpleriyle daha yakın temas halinde olmak isteyen Maccabi Tel Aviv başta olmak üzere bazı kulüplerin olaya sıcak baktıkları da biliniyor.
Adriyatik ve Baltık liglerine benzer bir biçim öngörülüyor. Akdeniz liginde yeralacak takımlar, kendi ülke liglerinin normal sezonunda yer almayıp play offlardan itibaren ülke liglerindeki mücadeleye katılacaklar.
Belki henüz sadece bir fikir ama üzerine düşünmekte fayda var.
Türkiye, Yunanistan, İtalya, Sırbistan, İsrail, Bulgaristan ve Güney Kıbrıs ülkelerinden 16 takımın katılması öngörülen ligin pazarlama faaliyetlerine bağlı olarak, ilgi çekici, sporun endüstriyel bağlamında değer yaratan bir lig olma ihtimali büyük.
Kalite anlamında ACB'ye kıyasla ne düzeyde olur bunu kestirmek güç. Zira yerel ligler 3-4 senede kalitesinden çok şey kaybedip, çok şey kazanabiliyorlar.
Bu proje gerçekleşirse, Adriyatik ligi Partizan'sız yavan kalır o da ayrı konu.
Şimdi böylesine bir projenin, üst düzey takımların çekişmeli maçlarına sahne olacağı ve çekişmesiz ve yavan maçlara sahne olan yerel liglerin normal sezonlarının sıkıcılığından kurtulacağımızı düşünerek çok kişinin ilgisini çekeceği aşikar.
Yalnız bu noktada, bu projenin bir açıdan da Avrupa basketbolunu ciddi bir tehlike içine sokmasının muhtemel olduğunu görmemek olmaz.
Adriyatik ve Baltık ligleri kimseyi yanıltmasın. O iki bölge toprağından basketbol yetenekleri fışkıran birer havza. Oralarda ligin en üst düzey takımlarını ülke liglerinin dışında tutsanız bile kalite belli bir düzeyin altına düşmez her daim yeni oyuncular kendilerini, yeteneklerini, maç kazanma becerilerini geliştirecek rekabet ortamını bulabilirler.
Oysa misal bizimki gibi ülkelerde hatta Yunanistan, Güney Kıbrıs, Bulgaristan gibi ülkelerde zaten yeni yeteneklerin yetişmesi için yeterli kalitede rekabet ortamı yaratabilmek sorunken, ülkelerin üst düzey takımlarını ülke liglerinden kopartmak büyük sorun teşkil edecektir.
Sahne önünde daha kaliteli ve daha şaşalı bir basketbol ortamı oluşturabilirsiniz ama yerel liglerde ülkesinin üst düzey takımlarından kopan ''diğerleri''yle o ''üst düzey rekabeti'' yaşayan takımlar arasındaki açı hem kalite hem bütçe anlamında gitgide açılacak ve yeni oyuncular kendilerini geliştirebilecek zorlu ortamlar yerine renksiz ve zeksiz bir ortamda çürüyüp gidecekler.
Düşünün Türkiye liginde play ofllara kalamayantakımlar, Efes , Fenerbahçe hatta belki de Telekom, Galatasaray, Beşiktaş'la karşılaşamayacaklar. Çöken yerel ligler kaliteli Akdeniz ligini destekleyemediği ölçüde belki de git gide daha fazla Amerikalı oyuncu Akdeniz ligine doluşacak, zayıflayan Avrupa basketbolu altyapısı yapısına uygun olmayan Amerikalı oyuncuların istilasıyla bocalama dönemine girecek.
Amatör bir ruhla, küçük çapta bir felaket senaryosu yazmaya çalıştığımın farkındayım. Ama bu tip girişimlerin basketbolun ''satılabilirliğini'' arttırmayı hedeflerken aslında Avrupa basketbolunun dinamiklerine bomba koyan girişimler olma ihtimalini de gözden kaçırmamak lazım.