27 Ağustos 2009 Perşembe

55 lira


Benim çocukluğumu yaşadığım yıllarda futbol böyle dev bir eğlence endüstrisine dönüşmüş, bilet fiyatları bugünkü seviyelere ulaşmış olsaydı, tribünün tadını alabilmiş, Fenerbahçe'yi her koşulda desteklemeyi tutku haline getirmiş birisi olamazdım herhalde.
Benim gibi bizim kuşaktan gelme 1000'lerce kişi için geçerlidir bu.
Futbolun dev bir endüstriye dönüşmesinin sebebi, milyonlarca insanın, sokaktaki kitlelerin tutkuyla bağlı olduğu takımlarına duyduğu sevginin yarattığı ortamdır.
Bu olguyu pazara çevirmeye kalkınca her hamleniz bu pazarın beslendiği dinamiğe vurulan yıkıcı bir darbe oluyor.
Eriyor, niteliğini, dinamizmini kaybediyor taraftarlık denen şey.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Sezon öncesi kadronun son durumu


Lynn Greer transferiyle ağzımıza bir parmak bal çalındı, yeni sezonu beklerken heyecanlanmamız için bir sebep belirdi, bu hamle demek ki takıma vites yükselttirmeye niyet var bizimkilerde diye düşündürttü lakin Enes Kanter'in eğitim de eğitim diye tutturan ailesi ve açgözlü tüccarlar tarafından apar topar yeni dünyaya götürülmesiyle bir kez daha hüzünlendik. Ne olacak bu kadronun eksikleri, mevcut kadroyla geçen senekinden daha iyi olabilir miyiz diye düşünmeye başladık.

Solomon, Greer, Griçek üçlüsüne ödenen maaşlar öylesine ciddi boyutlarda ki yeni bir transfer yapılması mümkün olabilir mi diye düşünürken Kinsey'de geri geldi. Bu transferi kısa rotasyonu açısından değerlendirirsek doğru bir hamle olarak nitelendirmek gerekecek, hatta hedef tam on ikiden vuruldu bile diyebiliriz.

Geçen sezon Solomon’un yarım sezonluk mesaisi sırasında Fenerbahçe’deki ilk 2 sezonunun aksine takımı ateşleyen ve kazanmaya zorlayan bir lider olmak yerine saçmalama ve takım oyunundan uzaklaşma nöbetlerini sıklaşan ve savunma konsantrasyonu ve sertliği azalmış görüntüsü kaygı vericiydi. Bunun yanı sıra Lynn Greer transferi her ne kadar heyecan verici olsa da Solomon’un hocasına saygı duyduğu günlerdeki performansına geri dönmediği sürece tehlike yaratabilecek bir hamledir. Özellikle her ikisinin aynı anda sahada olduğu sürelerde hatta Griçek’in de düzelip aralarına katıldığı durumlarda iki ucu boklu değneğe benzeyen bir kısa oyuncu kadromuz olacak. Greer’in tempolu oyunda, atmaya ve sokmaya başladığı anlarda, rakip takımın hücum konsantrasyonunun artıp savunma konsantrasyonunun azaldığı periyotlarda önemli bir cezalandırıcı güç olacağı kesin. Ama asıl kritik sorun, Solomon’un eski lider günlerine geri dönmesi ve özellikle de ön alan savunmasının takımın en temel karakteristik özelliği olmasını sağlayan baskıcı ve savaşçı kimliğini geri kazanması olacaktır. Tanjeviç, Greer, Solomon üçgeninde yani Tanjeviç’in geri dönmesini ve alınmasını muhtemelen istemediği bu iki oyuncuyla kurulan ilişkiler içerisinde bu ne kadar mümkün olacak göreceğiz. Tam da bu noktada, Kinsey transferi tam da ‘’cuk oturan’’ bir hamle oldu. Suyu biraz fazla kaçıp, kulak memesi kıvamına gelen hamura biraz un serpip kıvam vermek gibi.
Bir kere geçen yıl kaybolan hücumda agresifliği ve deliciliği sağlayabilecek bir oyuncu, iyi savunmacı, kendisine verilen görevi, oyun içi rolleri nazlanmadan, sorun çıkarmadan kabullenecek, sahadaki varlığı bile Solomon’u morallendirecek ve en öenemlisi de Avrupa tedrisatını daha önce almış, bu kıtanın alan savunması, fazla adıma hatalı yürüme çalınması gibi gerçeklerini görmüş, yaşamış olması. Ancak bizdeki son günleri hatırlanacak olursa, Kinsey’i çok sevmemize sebeb olan o günlerdeki performansında eline değen ilk topları hücum süresine, setin yerleşimine bakmadan potaya göndermeye başladığını, hatta kritik topların kendisine kullandırılmadığı zaman yavaş yavaş tepki göstermeye başladığını unutmamak lazım. Bu durumda burada da aynı kritik mesele karşımıza çıkıyor. Tanjeviç elindeki bu yeni takımın rollerini doğru dağıtmalı ve her oyuncuya bu rolleri gönüllü biçimde benimsetebilmeli.


Kinsey transferi sonrasında, Enes'in gidişi düşünüldüğünden de büyük bir yara açabilir kadroda. Bir kere mevcut kadroda yıllardır eksikliği çok fazla hissedilen, özelikle Euroleague'de hareketli ve şutu olan 4 numaralar karşısında çok zorlanmamıza sebeb olan 4 numara ihtiyacımız var. Enes kalsa da bu eksik ciddi bir yaraydı bizim için özellikle artık iyi şut atan, çok hareketli ayaklara sahip, dışarıdan da oynayabilen, oyuna sete hakim uzunlarla oynayan Euroleague takımlarına karşı zaten çok zorlanacaktık. Şimdi buradaki açığın doldurulması elzem oldu. Hele de savunmaya dair konsantrasyonu günden güne azalan Mirsad'ın bu pozisyonda orjini 4 numara olan tek oyuncumuz olarak kalacağını düşününce herkesin ortak fikri ''bize 4 numara lazım'' şeklinde olacaktır.
Enes'in gidişi sadece bu pozisyonda maç başına alacağı muhtemel 10 dakikayı başka bir isimle ikame etme zorunluluğu doğurmadı daha fenası alttan gelen ve gelişimiyle takıma dinamizm ve pozitif bir yenilenme getirecek bir oyuncuyu getirdik. Misal Semih'in takıma katabilecekleri üç aşağı beş yukarı bellidir ama gelişiminin bu çok önemli evresinde kendisinden hedeflenenin çok üzerinde bir katkıyı patlama sezonunu yaşayıp vermesi muhtemel bir genç oyuncunun takıma katabileceği dinamizm ve hedeflenenin üzerindeki sürpriz katkısı şıçrama yapabilmemiz açısından çok değerli olurdu.
Şimdi gözler elbette iyi bir 4 numarayı bekliyor. Gerçi biraz umutsuzca bekliyoruz. Tanjeviç'in 2 yıldır Oğuz'u potadan bilinçli biçimde uzaklaştırdığını, Semih'ten 3 numara yaratma fantezisini açık açık deklere edecek kadar bu beyhude çabaya inancı olduğunu biliyoruz. Muhtemelen aslında 5 numara olan Oğuz, Semih, Ömer ikilisinden ilk 2'si zaman zaman 4 oynayarak Mirsad'la süreleri paylaşacaklar. Hareketli, özellikle dışarıdan şutu olan, basketbol zekası ve fundemantali gelişkin 4 numaralar bizim potayı bombardımana tuttuğunda Rasim kenardan çağırılacak ve bildiğimiz senaryo devam edecek.
Alttan gelecek isimler içerisinde bu yaraya merhem olabilecek bir oyuncuda görünmüyor henüz.
Ama asıl sorun şurada. Mevcut kadro kendisini yenilemekte direnen Tanjeviç'in aklındaki, gönlündekini tam anlamıyla oynayabilecek bir yapıda mı ? Tanjeviç'in aklındaki beşte; 3, 4, 5 numaraların hatta bazen 2 numaranın bile çok uzun boylu ve çok uzun kollara sahip oyunculara sahip olması gerekiyor, bunu biliyoruz. Herbiri iyi top sürebilen, topu kullanmayı, oyunu kurmayı bilen ve mutlaka iyi şut atabilen en az dört oyuncunun sahadaki 5'de yer alması gerekiyor. Uzun kollar, çabuk ayaklar ve üst düzeyde yardımlaşma bilinci onun savunma anlayışının uygulanabilmesi için şart. Hücumda mutlaka sabır ve yardımlaşma lazım. Her oyuncu sahanın her yerinden iyi şut atabildiği için doğru eli bulmak güç olmayacaktır ama önemli olan topu paylaşmayı bilmek ve mutlaka potaya yüzü dönük hareketlendikleri anlarda uzun kollu uzunlara topu etkili ve çabuk biçimde göndermek lazım.
Tanjeviç'in kısa cümlelerle özetlediğimiz aklındaki bu oyuna kusursuz biçimde uygun düşen bir kadro yapımız olduğunu söylemek güç. Esasında göreve geldiğinde kendisi de bunun farkındaydı ve o kendi aklındaki oyunu oynayacak takımı yaratma sevdasıyla hazır potansiyeli günden güne erezyona uğratan adımlar attı. Hele geçen sezonki Greer ve Devin Smith gibi mevcut kadronun kalitesinin altında ve takımın önüne konan hedeflere yönelik ihtiyaçlara yanıt veremeyecek türden transferleri bizzat ve uyarılara rağmen inatla yapan bir hocanın şimdi bu durumdan yakınmaya hakkı olabilecek gibi görünmüyor.
Ama işin neresinden bakılırsa bakılsın, Tanjeviç'in pek hoşnut olmadığı gerçeği gün gibi açık olan Solomon'un dönüşü dışında bu sezonun ilk transferinin de Tanjeviç'i tanıyan hiç kimsenin ''onay vermiştir'' diyemeyeceği Lynn Greer oluşu yeni sezon öncesi keyifli bir kadro yaratamamış olduğumuzu gösteriyor. Kaldı ki, içeride travmatik biçimde kaybedilmiş bir şampiyonluk serisinin ardından yaşanan yıkımın, Edirne'nin dışında ise kendi kalibresinden üstün takımlara karşı diş geçirimemenin takım üzerinde yaşanması olası kendine güvensizliğin etkilerinin üstesinden gelmekte çok kolay olmayacaktır.
Şu anki kadro konusunda temel bir sıkıntı göze çarpıyor. Takımı uzunlar ve kısalar olarak kabaca ikiye ayırdığımızda her iki grup açısından da hem bir şişkinlik hem de bir yetersizlik göze çarpıyor.

Uzun kadromuz 2 sezon öncesinde Avrupa'nın belki de en fazla ümit telkin eden uzun rotasyonu olarak görülüyordu. Ama gelinen noktada uzun süreli sakatlıklar gibi makul gerekçeleri de olsa, elimizdeki genç uzun oyuncu kadrosunun kendilerini yeterince geliştiremedikleri ortada. Hatta orada bir şişkinlik olduğu bile düşünülebilir. Mirsad’ın halen takımın en kritik oyunculardan birisi oluşu onu vazgeçilmez kılıyor. Günden güne driplingi, şutu, fundemantali ve çabukluğu artan Euroleague seviyesindeki 4 numaralara karşı savunmada direnemeyecek olan Oğuz Savaş, Semih Erden ve Ömer Aşık 3’lüsünün tümüyle devam edildiğine göre uzun kadromuz dolu, zaten 5 yabancı hakkımızı kullandığımızı ekstra yabancıya Tanjeviç’in gayet haklı sebeblerle sıcak bakmadığını biliyoruz.

Bu durumda kısa rotasyonumuz, koçun planlarına, dağıtacağa görevlere, uygulayacağı rotasyona güven duyan oyuncularla gayet korkutucu olabilecekken uzun rotasyonunda Avrupa basketbolunun geldiği aşamada çok önemli bir yere sahip olan dışarıdan oynayabilen, şut atabilen, çabuk bir 4 numaraya sahip olmamak bir yana bu tip oyunculara sahip takımlara karşı savunmada direnebilmesi çok güç bir uzun rotasyonuyla sezona gireceğiz gibi görünüyor.

20 Ağustos 2009 Perşembe

Ercüment Sunter'in şampiyonluk adayları

Basketbolda bürokrasinin, salla başı al maaşı felsefesinin, tepeden inme yöneticiliğin ve elbette başarısızlığın eşanlamlısıdır Ercüment Sunter.
Yıllardır çuvalla para harcayıp müsbet bir iş yapamayan buna rağmen koltuğunu koruyan bu güzide basketbol koçu dünkü fikstür çekimi sonrası bu sezon için şampiyonluk adaylarını sıralayor.
Efes Pilsen, Telekom, Beşiktaş, Galatasaray ve Banvit.
Eeee, son 2 sezonda yarı final ve finalde sizi tokatlayan son 3 sezonun finalisti olan takım nerede Ercüment efendi.
Fenerbahçe düşmanlığı bu kadar mı yiyor bitiriyor sizi, adını olumlu bir cümlede kullanmamaya bu kadar mı yeminlisiniz ?

19 Ağustos 2009 Çarşamba

2009-2010 fikstür



Erkekler basketbol liginde, 2009-10 sezonu fikstürü çekildi.
Bizim 5 maçlık seyircisiz oynama cezası Kepez Bld, Banvit, Karşıyaka, Daçka ve Mersin belediye maçlarında çekilecek.
İki hafta üst üste 4. ve 5. haftalarda Ayhan Şahenk'teyiz. Önce Efes sonra Galatasaray maçları var.

Al de alalım Messina







Bizim yapamadığımıza bakıp basketbolda transferin zor iş olduğunu sanmayın sakın. Eloğlu çatır çatır yapıyor.
Florentino Perez transfere doymuyor, Avrupa'nın en iyi koçlarından birini takımın başına getirdikten sonra paraları saçtıkça saçtı, aldıkça aldı.
Kendi yaş grubunda Euroleague'in en fazla ümit vadeden oyuncularından birisi olan Velickoviç'in ardından, D.Moskova'dan Darjus Lavrinovic'i aldılar. Kaukenas gibi harika bir guard transferinden sonra Travis Hansen'i de kadroya kattılar. Guard'a doymadılar sanırım bu iki transfere ve kadrolarında bulunan gelecekte çok önemli bir yıldız olması beklenen, asistçi özellikleri harika olan Sergio Llull'a rağmen Tau'dan Arjantin'li Pablo Prigioni'ye de atladılar, arada Jorge Garbajosa transferi de bitti.
Unuttuğumuz kaldı mı bilmiyorum ama son olarak Joventut Badalona'dan yetişme katalan Sergi Vidal'i de almışlar. Bu sezon Barca'yla beraber final fourun en güçlü adaylarından birisi olacakları kesin.
Toplama takımdan hayır göremezler demeyin Messina bu işi kotarır.

vamosbien.org


Tribünlerimizin renkli gruplarından vamosbien'in forum sayfalarından sonra portalıda yayına başladı.

Henüz içerik açısından zengin değil ama o da olacaktır. Değerlidir, önemlidir o sayfalarda söylenecek olanlar.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Hababam sınıfı







Sensiz olmaz

O yokken sahadaki Fenerbahçe düşünme kabiliyetini kaybediyor sanki.
Neredeyse geldiğin günden bu yana Fenerbahçe Alex'sizliğe alışmalı denir, niye alışmalıyız anlamıyorum. Alex'li günlerin keyfini çıkartmak onsuzluğa alışma telaşından daha zavkli geliyor bana.

Daha yapılacak çok işimiz var


70. dakikaya kadar içimiz içimizi yedi, oynamak için değil sadece yememek için direnen, kapanan, pozisyon vermemeyi tek amaç edinmiş Sivasspor karşısında Alex'siz takım hücum aklına zerre sahip olmadan ama kazanma arzusunu hiç kaybetmeden duvarı yıkmaya çalıştıkca bir yandan o topu hep ileri taşıma isteğine, sertlikten yılmadan, yardımlaşmadan hiç uzaklaşmadan oynama disiplinine bakıp umutlanıyor ama bir yandan da Alex ve Semih yokken bu takımın halen hücum edemiyor oluşuna bakıp of çekiyorduk.

Ama neresinden bakılırsa bakılsın, son 20 dakikada kazanmak, hem de farklı kazanmak çok önemliydi.

Sadece takımın neredeyse tüm unsurlarının fizik gücünü böylesine yorucu bir maçta son dakikalara kadar koruması değil bizi umutlandıran daha da önemlisi kazanmaktan hiç vazgeçmeden oynama becerisini yeniden kazanmış olmak onemliydi.

Henüz Daum'un yapacağı çok iş var, bu belli. Alex sahada yoksa ileriye doğru oynama isteği, gol atma iştahı üst düzeyde olsa bile, rakibin birbirinden kopmadan oluşturduğu bloğu yaracak, dağıtacak verimlilikte pas organizasyonları olmuyor. Hatta zaman zaman sahada her konuda rakibine üstünlük sağlayan takım bu verimsizliğin sonunda geçen yılki gibi Guiza'ya kırk metreden top şişirmeye bile başladı. bereket bu hatada ısrar edilmedi. Verimliliği düşük de olsa hiç azalmayan bir tempoda ve topa sürekli sahip olup, topu kaybettiğinde tüm takımın birbiriyle yardımlaşıp topu geri kazanmaya çalıştığı bir oyun, kazanmaya istekle birleşince zor maçı kazandırdı bize.

Bu sezonun bir diriliş sezonu olacağını düşünenlerimiz hayli çok. Dünkü maçtaki tribün coşkusu, maçın sonlarına doğru hala öne geçememişken bile kazanacağımıza inancın hem takımda hem tribünlerde sarsılmaması buna işaret ediyor. Kaldı ki, geçen yılın soğuk ve sevgisiz ortamı tamir edilmiş, tribünleri ıslah etme operasyonunun dozu kısmen azaltılmış durumda. Ama yine de geçen yıla oranla daha coşkulu, daha fazla bir arada hareket eden, pankart yasağından kurtulmuş, takımına inancı ve güveni artmış coşkulu tribün bizim bildiğimiz ve böylesi bir diriliş sezonunun en önemli itekleyici güçlerinden birisi olacak Fenerbahçe tribününden uzak bir görüntüde.

Yıllardır tribünün katalizörü konumundaki maraton üstün, ''ateşli taraftar''a ayrılan kısımları dışındaki bölümlerinin oturarak maç izleyen, sadece takım coşmuşken adrenalin seviyesi tavana fırlayıp, ayağa kalkan bir profil çizmesi, bir nevi fenerium alt performansı göstermesi sıkıntı vericidir. Bu yeni dönem taraftarlığın git gide stadın her bölgesine yayılması hem tehlikeli hem can sıkıcı.

Her şeye rağmen, tribüne doğru yürürken geçen senekinden çok farklı, daha bir sabırsız, daha bir heyecanlıysak, 70'den sonra maçı kazanmak için saldıran bir takıma sahipsek umutlanmak için çok sebebimiz var demektir.

14 Ağustos 2009 Cuma

Aidiyet


Enes meselesinin dumanı üzerinde tütüyor henüz ama işin altında Tolga Tuğsavul'un artık alışılageldik oyunlarından bir tanesi olduğu kesin. Gideceği okul basketbol adına önemi, geleneği olan bir yer değil. NCAA'de de oynayamayacağına göre 1 sene oralarda takılıp sonrasında Avrupa'da önemli bir takıma pazarlanacak. Hülle tamamlanacak. Kirli oyundan eller yıkanıp çıkılacak.

Kendisi açısından riskli bir tercih tabii, gelişiminin çok önemli bir evresinde ne derece ciddi ve doğru antrenmanlar, maçlar yapacak orası şüpheli. Gelişiminde duraksama, gerileme olması muhtemel. Ama sorunumuz o değil tabii. Kendi bağımsız düşüncesiyle karar almış değildir mutlaka. Ailesi etkilemiştir, Fenerbahçe'yle ciddi bir problemi olduğuna artık emin olduğum menajeri altından girip üstünden çıkmıştır. Ne olursa olsun böylesine bir kaçış olmadı, yakışmadı.

Bizim için asıl mesele yönetimin tutumu. Nedim Karakaş'ın açıklamaları kimseyi şaşırtmadı. Suçlu menajerler. O çocuğa altyapıda Fenerbahçe'liliği aşılayamamak, elde tutma basireti gösterememek yine es geçilecek.

Profesyonel futbolcu takım tutmaz diyen bir başkan ve onun mutlak egemenliğiyle yönetilen, bir kulüpte oyuncuların aidiyet hissini günden güne kaybetmesi nedensiz sayılmaz herhalde.

13 Ağustos 2009 Perşembe

55 lira biletler nasıl olacak bu işler

Resim antuda Sivas maçı bilet fiyatlarının tartışıldığı bir topicden. Yeni açığın önü.



Bilet fiyatının benim için ilk kez dert haline geldiğini hatırlayışım 103 gollü şampiyonluğumuzun yaşandığı sezonun sonuna tekabül eder. Şampiyonluk maçı için yeni açığın kapılarına dayandığımızda o güne dek 4 lira olan yeni açığa girişin 11 lira olduğunu ( rakamlarda yanılıyor olabilirim ama üç aşağı beş yukarı böyle bir şeydi ) duyunca şoke olmuştuk. Maraton 22, Kapalı 33 lira olmuştu. O tarihe dek ne görülmüş ne işitilmiş fiyatlardı bunlar. Bizim gibi öğrenciler için olduğu kadar, tribünleri her maçta tıka basa dolduran kitlenin çoğunluğu için de ödenmesi çok güç rakamlardı yeni fiyatlar. Sadece bir maçlığına geçerli olacağını düşündük bu fiyatların, el mahkum tüm arkadaşlar cebimizdekileri topladık, 8-10 kişiye 3-4 bilet alıp turnikelere dayandık, 1 e 2 klasiğiyle daldık içeriye. Özel güvenliğin, elektronik turnikelerin, müşteriden olabildiğince fazla kar etme mantığının olmadığı günler ne de olsa.
5 sezon sonra yaşanan, gol rekorlarının alt üst edildiği şampiyonluğun sarhoşluğunu yaşayarak hafta içi oynanacak kupa yarı finalini bekliyoruz. Biletler yine 11, 22, 33 lira deniyor. Oha diyoruz, ama okulu kırıp gidiyoruz Kadıköy'e.
Efsane 1988-89 sezonunun sonları, o sezon her maçı tıklım tıklım tribünlere oynamışız, stada girebilmek için otobana uzanan sırada 6-7 saat beklemek artık alışılagelmiş bir olay. Şampiyonluğa susamış, arkayı fenerleyin espirileriyle densizlik yapanların dillerini bi taraflarına sokmaya ant içmiş taraftar her deplasmana binlerle değil on binlerle akıyor.
Bugün bile hala anlatılan stada giremeyenlerin panzerlerle bile dağıtılamadığı, tüm şehri istila eden 100-150 bin kişilik taraftar akını o sezona denk gelir. Ankara'da stada giremeyip panzerlerden sıkılan suyla sırıl sıklam olup, sokaklarda binlerce donuna dek ıslak taraftarın radyo başında maçı dinlediğini hatırlarım. O dönemler tribünlerde koltuk olmadığı için 70 bin kişi alan İzmir Atatürk stadını 70 binin çok üzerinde bir kalabalıkla doldurup dışarıda bizden daha kalabalık bir kitleyi dağıtmak için panzerlerle Fenerbahçe'li kardeşlerimize saldıran polise stadın beton merdivenlerini kırıp attığımızı da.
Kadıköy altıyoldan iskeleye inen cadde her maç sonrası insan seline uğrar trafik 1-2 saat kilitlenirdi.
Ama o gün stadın etrafı tüm bir sezonun aksine, havası alınmış balon gibi. Tadımız kalmıyor, zaten cepte para yok. Maratona tırmanıp girmeyi falan mı denesek diyoruz ama ortalık o kadar sakin o kadar boş ki yakayı kesin ele veririz.
Taraftar şoke olmuş, fiyatlar hepimizi şaşırtmış, dehşete kapılmışız bu fiyatlar buralarda kalırsa seneye napıcaz lan diye birbirimize soruyoruz.
''Oğlum Avrupa'da böyle, büyük takım olucaz'' laflarını ilk o zaman işittim herhalde, endüstriyel futbol diye bir şeyi duymamış olsam da endüstriyel futbolun beni dehşete düşürdüğü ilk anda o andır.
Sonrasında bilet fiyatları oralarda kaldı, diğerleri de bizimkileri izledi. Maça gitmek artık masraflı bir iş haline gelmişti. Ama bugün gelinen noktayla yine de kıyaslanamaz o günlerdeki fiyatlar.
Dipten gelen bir dalganın Fenerbahçe'yi nasıl sevdiğini, kitlelerin tutkuyla bağlı olduğu bu camianın ömrüm boyunca terketmeyeceğim, terkedemeyeceğim sevdam olduğunu düşünüp hep gururlanmışımdır.
Bugün gelinen noktada bu dipten gelen dalganın üzerinde yükselen, milyonların sevgisinden beslenen büyüklükten bahsederken duraksıyoruz. Ekonomik açıdan iyi yönetilmek, zengin kulüp olmak, modern tesislere ve stada sahip olmak, başarılı takım haline gelmek gibi kıstaslar revaçta. Alım gücü yüksek olanların eğlencesi haline gelme yolunda hızla ilerleyen futbol endüstrisi gerçeğinde alım gücü ne olursa olsun geniş halk kitlelerinin akınına uğrayan stadlardan bahsedemiyoruz.
Ödediği paranın karşılığında iyi futbol seyretmeyi düşünen değil, formasının hakkını vermesini beklediği futbolcularının sahada gücü tükendiğinde onları nefesiyle ileri iten, kalbi onlarla atan taraftarı günden güne eriten, futbol mabedlerinden uzaklaştıran bir sistem teslim alıyor futbolu.
Yıllar önce stadın önünde niteliğini anlamasam da irkilmeme sebeb olan endüstriyel futbol olgusu bugün ete kemiğe bürünmüş, plana programa kavuşmuş saldırıyor da saldırıyor.
Futbolun bu derece para etmesinin en temel sebebi, takımlarına tutkuyla bağlı milyonlardır kuşkusuz. Ama git gide sokağın dinamiklerinden uzaklaştırılan, alım gücü yüksek kitlelere satılan bir eğlenceye dönüştürülen futbol endüstriyel gücünü de geniş kitlelerden ve sokaktan kopartıldıkça kaybetmeye yüz tutacaktır bence.
Canımız sıkılıyor elbet. Onlarca yıldır bildiğimiz, sevdiğimiz, yaşadığımız, hayatımızın her anında iliklerimize kadar içimizde hissettiğimiz bir kültür öldürülüyor.
Takımdan bir diriliş sezonu yaşamasını bekliyoruz. 88-89 gibi mesela, Parreria dönemi gibi ya da 2000-01 sezonu gibi. O sezonların en temel ortak özelliklerinden birisiydi, takımın adelelerinde güç kalmadığında, geriye düşüp umudu kırıldığında, kazanacağına dair bir ışık görmediğinde tribünlerin adeta sahaya inip Fenerbahçe yenilmez gerçeğini haykırıp, gitti denilen maçları döndürmesi. Tıklım tıklım olmaktan öte takım iyi oynarken coşan değil, yenilgiyi hiç bir zaman kabul etmeyen ve ölü takımı dirilten taraftar diriliş sezonlarının olmazsa olmazıdır. Ama sezon başlarken en ucuz bileti % 25 zamla 55 tl yapan bir yönetim taraftarı kombine almaya teşvik etmek, daha iyi transferler için para kazanmak, modern stada yakışan paralı taraftarı stada çekmek ya da benzer gerekçeleri düşünürken bu konuda hiç zihin çalıştırmıyorsa üzüntümüz ve kaygımız kat be kat artar.
Geçen yıl zaten tribünlerin kalbine kalbine saplanmıştı bıçaklar. Sezon sonunda öpüşüldü, barışıldı falan ama gel gör ki pek bir mesafe katedilememiş.

İlk şampiyonlar mabedde


Bir önceki postta Larry Richard'ın semirmiş hali hafızamda kısa bir yolculuğa çıkarttı beni.

Deplasmanlı ligdeki ilk şampiyonluğumuzu bize yaşatan kadro kupasıyla Fenerbahçe stadında turluyor.

Kadroyu sayalım soldan sağa.
Üst kat: Altobelli Can, Bülent (soyadı Tacettin'di sanırım, sezon boyunca toplamda 10 dk süre almamıştır ), Güray Kanan, Hakan Artış, ?, Çetin hoca, Kemal Dinçer, Hüsnü, Richard ( Hüsnü'yle, Richard'ın arasından kafayı uzatmaya çalışan Levent Topsakal olmalı.
Alt Kat: Ömer Lakay, Aliço, Doğan Hakyemez, ?, ?, Paşalı olmazsa olmaz tabii.

Larry'nin kebabı fazla kaçırmış hali


Efesliler blogspotta yukarıdaki gürbüz oğlanın kim olduğunu soran bir posta rastladım. İlk ben bildim, unutmak mümkün değil ki onu.

Larry Richard. Deplasmanlı ligdeki ilk şampiyonluğumuzu kazanırken kadromuzda yer alan tek yabancı/A.B.D'li oyuncu. Daha önce bu postta onunla ilgili yazmıştık lafı uzatmaya gerek yok.

Şampiyon olduğumuzda sözleşmesi sona ermişti. Kulüp ona 150-200 bin civarı bir para önermiş, o 300 bin dolarlık başka teklifleri geri çevirip Fenerbahçe'de mutluyum sağolun demişti. Kalbimizi başka bir çok davranışıyla olduğu kadar bu hareketiyle de kazanmıştı.

Semirmiş, gürbüzleşmiş ama kafasını yana eğip utangaç gülüşünü yine yansıtmış objektife.

11 Ağustos 2009 Salı

Jack of all trades but master of none


Marques Green'den sonra Devin Smith'le de yollar ayrıldı. Geçen yılın yanlış transfer hamleleri tüm sezon boyunca canımızı çok yaktı. Takımın mevcut kapasitesinin üzerine hiç bir şey koyamayıp aksine bir önceki sezona göre zorluk derecesi yüksek maçlarda daha fazla zorlanan ve kazanabilmeyi daha az başaran bir takım haline gelmesinde bu yanlış transfer hamlelerinin büyük payı vardı kuşkusuz.


Marques Green'in takımda kalmaması gerektiği konusunda neredeyse herkes hemfikir olurken Devin Smith konusunda kafalar karışık. Öyle olması da normal.


Devin Smith'i seyrettiğinizde bu oyuncuda eksik olanın ne olduğunu anlamanız çok güçtür. Muhteşem bir fiziği var. Pozisyonuna uygun bir boya ve penetrelerinde rakibi çok zorlayacak bir iriliğe sahip. Kalınca bir iriliğe rağmen dengeli bir oyuncu, topu eline aldığında, dripling yaptığında, şuta kalktığında iyi bir fundementale sahip diyorsunuz. Hem dış şut atıyor hem penetreyle içeri zorluyor. Ribaundu var, kendinden uzun oyunculara ve rakibin 4-5 numaralarına bile blok vuruyor, özellikle hızlı hücum yerken geriye çabuk koşup dengeli ama muazzam bloklar koyuyor ki rakibin direncini kırar cinsten. Girmeyen şutu tamamlama konusunda iyi sezgileri var. Savunmada eşleşme sorunları yaşıyor tabii. Hareketli, çabuk kısalara karşı sorunlu ama takım savunmasında ve yardımlaşmaya gitmede fena değil. Benchle veya takım arkadaşlarıyla sorun yaşamaz, her attığını soktuğu maçlarda bile setlerin üzerine yazılmasını istemez, akmaz kokmaz, sorunsuzdur. Göz banyosu da yaptırır taraftara. Smaçları müthiştir, çok uzaktan sıçrayıp beton deler gibi basar smacı.


Peki ya onda eksik olan ne. Basketbol oyununda yapılması gereken en temel şeylerin hepsini yapabilen bir oyuncu niye beğenilmez ? Ribaund var, şut var, blok var, asist var, savunma var, takıma uyum var daha ne beklenir bir oyuncudan ?


İngilizce'de bir deyim var. ''jack of all trades but master of none'' diye. Her boktan az çok anlayan ama hiç bir konuda ustalaşamayan insanları tanımlamak için kullanılır. Devin Smith'in sorunu da bu. Ayrıca kolay maçlarda skorda liderlik yapıp zor maçlarda, özellikle rakip savunmaların sertleştiği, kolay şuta ve potaya yaklaşmaya izin vermedikleri maçlarda sorumluluktan sürekli kaçması, sıradanlaşması onu gözden düşürdü.


Hedeflere ulaşılamayan bir sezonu ardımızda bırakınca onunla yolların ayrılması kaçınılmaz oldu. Euroleague'de çok kötü bir TOP 16 performansı ve ardından içeride final serisinin kaybedilmesi sonrası doğru olan mevcut kadronun temel dinamiklerini koruyup takımı bir üst siklete taşıyacak 2 yabancı oyuncuyla kadroyu tahkim etmek gerekiyordu.


İlginç istatistikleri var Smith'in. Onun neden bu takımın yabancı kadrosunda yer işgal etmeye devam etmeyeceği sorusunun cevabı da bu istatistiklerde mevcut aslında. Sezon boyunca bir çok maçta takımın en skorer oyunculardan birisi oydu. Normal sezonda 28 maçın tamamında sayı atmış. Sadece 4 maçta sayı, ribaund ve asist istatistiklerinden birisini boş geçmiş. 28 maçın 18'inde çift haneli sayılara ulaşmış. 3 kez 20 1 kez de 30 sayıya ulaşmış. En kötüsünden her maçta 3-4 ribaundu var. Play-off larla birlikte toplam 39 maçta 10.95 sayı ortalamasına ulaşmış. Ama dananın kuyruğunun koptuğu yerde Efes final serisinde 6 maçta 5 sayı ortalamasına bile ulaşamıyor. İşler zorlaşınca şut atmaktan, hücumda insiyatif almaktan, top kullanmaktan imtina ediyor.


Euroleague'de de benzer bir tablo var. Grup maçlarında 8.8 sayı ortalaması tutturuyor, iyi oynadığı maçlar var. Her 2 Badalona maçı mesela içerideki Olimpija maçında kritik ribaundlar ve bloklarıyla maçı çeviren oyunculardan birisi oluyor. Ama TOP 16'da berbat bir performansı var. Griçek dışında tüm takımın atmayı bir türlü beceremediği maçta CSKA'ya karşı sadece 4 sayı atıyor, o dönem sakatlık sorunları yaşıyor ve TOP 16'da 2 maç kaçırıyor, takımın geçen sezonki belki de en kötü maçı olan İstanbul'daki Cibona maçında sayı bulamıyor. Griçek'in takıma uzun süre sonra dönüşüyle birlikte hücum düzeninin yeniden organize olduğu ve her şeyin arapsaçına döndüğü bu süreçte takımı hiç bir fayda sağlayamıyor.

Sonrasında ligde toparlanıyor ama final serisinde yine ortalıkda yok.

Denilebilir ki, Smith'in etkisiz olduğu süreçler takımın zaten tıkandığı hatta dağıldığı dönemlere tekabül ediyor dolayısıyla Smith'i başarısız görmek doğru değil. Bu düşünce kısmen doğru olabilir ama yabancı haklarından birisini halen gelişiminden ümitli olduğumuz Emir'e diğerini sağlık durumunun düzelip düzelmeyeceğinden emin olmadığımız ve geçen sezonun neredeyse tümünü kaçıran Griçek'e ayıran Fenerbahçe'nin bir 3. yabancı oyuncu hakkını kolay günlerin adamı Devin Smith'le doldurması da yanlışın dik alası olacaktı.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Çarpık gelişmiş endüstriyel futbolumuz


Bu ligin ismi de kendisi de, bu lige ödenen yayın bedelleri de, oyuncularına ödenen transfer bedelleri de tek kelimeyle ''overrated''.
100 tl bilet fiyatı verip girdiğin stadyumda şehir elektriği kesilince jenaratör devreye giremeyecek ya da girse bile muhtemelen bizim işyerinin karşısındaki tostçunun jenaratöründen daha az btu lu olduğu için sahayı aydınlatamayacak.
Bu memleketin kapitalizmi gibi endüstriyel futbolu da çarpık gelişti galiba.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Hoş geldi sefa getirsin


Transferdeki suskunluğumuz Lynn Greer'le bozuldu, sırada Kinsey var, ikna edilmeye uğraşılıyor.
O kadar bekleyip, transferde ve özellikle Euroleague'de çıtanın aşağılara çekileceğinden korkunca Greer transferi ilaç gibi geldi, yalan yok.

Ama onun F4 takımı Olimpiakos'dan geldiğine ve özellikle final niteliğindeki maçlardaki yüksek istatistiklerine bakıp bizi Euroleague'de final foura taşıyacak transferin yapıldığı yanılgısına düşmemek lazım.

Baştan uyaralım, Lynn Greer'in bir dolu pozitif yanını sayabiliriz. Ki bu yazıda bunları sıralayacağız. Ama Avrupa'nın en iyi 10 guardını saymaya kalkıştığınızda onun adını bu listeye yazarmasın derseniz orada durur düşünürüm. En azından bu liste için hiç düşünmeden dilimden dökülecek 5-6 isimden birisi o değildir. Bu pozisyonda Kaukenas, Beciroviç, Saras, Diamantidis, Mc Intyre, Papoloukas gibi oynadığı takıma sınıf atlattıracak isimler varken ilk planda akla gelebilecek isimlerden birisi Lynn Greer değil. Bunu Greer taransferini küçümsediğim için söylemiyorum ama yönetimin Aydın Örs - Tanjeviç tebdili sırasında dile getirdiği final four hedefini somutlaştıracak transfer hamlesinin bu olduğunu düşünmek hiç gerçekçi olmaz.

Buna karşın Euroleague düzeyinde bile kazanma becerilerini geliştirmiş sert ve iyi takımı erezyona uğratan geçen yılki kadro seçimi yanlışlarından bir geri dönüş sinyali verilmektedir. Bu durum da sevindiricidir. Ayrıca Lynn Greer sevilip, baştacı yapılacak özelliklere sahip bir oyuncudur. En azından yetenekleri doğrultusunda alacakları paranın 2-3 katı paralar verilerek mevcut kadronun kapisitesinin çok altında oyuncuları kadroya kattığımız bir sezonun ardından takıma katkısı mutlaka olacak bir oyuncu alınmış oldu. Kaldı ki hatırı sayılır bir Euroleague tecrübesinin yanısıra Avrupa'da oynadığı takımlarda hep zirve mücadelesi içerisinde olmuş bir oyuncudur kendisi.

Ama hemen belirtmek lazım. Greer takıma ve oyuna liderlik edecek değil skora liderlik edecek bir guarddır. Olimpiakos'da Papaloukas gibi takımın kalbi ve aklı olabilen lider bir guardın yanında eli ısınınca ve özellikle de oyunun temposu artınca durdurulması güç bir silah haline gelebilir ama ona takıma karakterini ve kimliğini kazandıracak bir lider gözüyle bakar ve o misyonu ona yüklemeye kalkarsanız yanılırsınız.

Stilini McIntyre'a benzetebilirsiniz. Süratini, solak oluşunu, iyi atıcılığını, savunmanın dengesini bozabilecek özelliklerini, savunmacısından kurtulduğu anda içeriye dalışlarındaki cesareti, dengeli ve bitirici penetrelerini...

Onun maç içi görüntülerinden oluşan kolaj videoları seyredince Avrupa'nın en iyi guardlarından birisini transfer ettiğimizi de düşünebilirsiniz.

Bunlar yanıltıcı olabilir. Onda Mc Intyre'ın organizatörlüğü, oynatma becerisi yoktur. Ama geçen yılki Green-Smith faciasından sonra umutları yeşerten, heyecanı arttıran isim olmuştur bizim için, buna da kuşku yok.

Mevcut kadromuzun ve organizasyonumuzun kapasitesi ve hedeflerimizi göz önünde bulundurup kadronun kimyasını da hesaba kattığımızda ise ''riskli'' diye adlandırılabilecek bir transfer olduğunu da söylemek lazım. Oyunda olduğu dakikalarda diğer kısalara ekstra yükler bindirilmesi gerekli olacaktır mesela. Tam anlamıyla 1 numara değildir. 2 numara için ise boyu hayli kısadır ayrıca Eurolegue'de karşılaşacağımız takımlarda mutlaka çok etkili savunmayla yıpratmanız gereken 2 numaralar varken hem kısa hem de savunma zaafiyetleri olan Lynn Greer'la oynamanız savunmada diğer kısalara fazlaca yük bindirmeniz anlamına gelecektir. Yine de geçen yılki suyu fazla kaçmış hamur kıvamındaki ön alan savunmasını görüp kahrolmuşken buna da şükür deriz. Zira geçen yıl kalbur üstü takımlar karşısında fast-break yapmayı beceremeyen takım Lynn Greer'ın bu konudaki iştahı ve becerileriyle bize keyifli anlar yaşatacaktır.


Greer'ın kariyerine de kısaca değinmek lazım. Etkileyici bir kolej kariyerine sahip. John Cahney's gibi fast-break uzmanı bir koçun yönetimindeki Temple University Owls'da çok başarılı yıllar geçiriyor. Hızlı oyundaki, açık alandaki becerileri, çabukluğu ve dış şutlardaki başarısı takdire şayanken dayanıklılık, güç ve devamlılık sorunları sebebiyle kısa bir Bucks macerasında NBA'de tutunamıyor. Avrupa'da hatırı sayılır başarıları var. Skorer kimliğiyle sivriliyor hep. 2004'de Wroclaw formasıyla hem Polonya'da hem Eurolegue'de sayı kralı oluyor, Napoli formasıyla İtalya'da da ulaşıyor bu başarıya. Son 2 sezonda Yunanistan'da All-star da yer almış. Ayrıca geçen yılki final fourda 31 dakika ortalamayla sahada kalıp 18,5 sayıyla oynamış.
Çok iyi bir atıcı, sertlikten yılsa da hızlı ayakları ve savunma zaaflarını görebilen basketbol zekasıyla özellikle oyunun temposunun yükseldiği anlarda peşpeşe sayılar bulabilen bir oyuncu. Hem dış şutu hem de penetreleri iyi. Ama final four da 30 dakika ortalamayla oynamış bir oyuncuya Solomon ve düzelince Griçek'le birlikte bu süreleri vermek zor olacak. Bu 3'lüye istedikleri süreleri verdiğinizde ise takımın savunmadaki en önemli ateşleyici gücü Ömer Onan'ı, oynadıkça takıma dinamizm ve hücum derinliği katan Preldziç'i, geçen yıl çok iyi bir sezon geçiren Mrsiç'i, kadroya tekrardan katılması düşünülen Kinsey'i ne yapacaksınız. Serhat'ı hiç saymıyorum bile. Bu kısa rotasyonunu adil ve verimli biçimde kullanacak bir koça sahip olduğumuzdan zaten kuşkuluyum ama asıl sorun oyuncuların koça bu konuda güven ve saygı duyup duymamaları.
Greer önemli ve iyi bir oyuncudur ama ilk planda bizim ihtiyaç duyduğumuz guard oyunun kalbi ve aklı olabilen organizatör bir guardken Greer transferi yapılabilecek en doğru iş değildi.





4 Ağustos 2009 Salı

11 de 2


Ömer Aşık milli takımda Kanada karşısında 11/2 serbest atış isabeti bulunca Tanjeviç tarafından ertesi günkü idmanda 500 serbest atış kullanmakla cezalandırılmış.
Bunu duyunca aklıma basketbol tarihinin en iyi serbest atışçılarından birisi olan Mahmoud Abdul-Rauf geldi. Adam tatillerde bile günde 1000 küsür serbest atış atarmış. O serbest atış çizgisindeyken hiç kaçırmayacağını düşünürdünüz. Ömer serbest atış çizgisine geldiğinde ise atacağına dair hiç ümidiniz olmuyor.
Zaten % 40 larda atarak bu istatistikde berbat durumdadır, buna alışkınız ama 11 de 2 atmak çok sıradışı bir durum. Basketbol topunu ilk kez eline alan birisini çizgiye getirip bu topu şu karşıda duran sepetin içinden geçireceksin deseniz o kişi bile 11 de 2 yi atar herhalde.
Bu faul atışı sorunu Ömer Aşık ve Fenerbahçe için ciddi bir sorun. % 50'lerin altında faul atan bir uzuna karşı özellikle maç sonlarında savunmada işlerin kolaylaşabilir. Kaldı ki Ömer Aşık faule karşı dengesini ve pozisyonunu koruyabilip şutunu yine de atabilen bir oyuncu değil. Zaten pota altında fiziksel temaslarda bozuluyor. Oyun zekası ve çabukluğu dışında uzun kolarıyla topu çok yükseklerde alabilmesinin avantajıyla hücumda etkili olabilen bir oyuncu.
Kritik anlarda bu avantajlarını kullanıp sayıya giderken mutlak sayı olacak pozisyonlarını kolayca faulle durdurmak rakipler için bir savunma tercihi olabilir. % 40'larda faul atmak gerçekten çok ama çok büyük bir dezavantaj.
Geçen sezon öncesi o talihsiz sakatlığı geçirene dek genç jenerasyonun en öne çıkan ismiydi belki de, NBA'e gidebilecek ilk isim o gibi görünüyordu, Avrupa'nın en iyi ribaundcusu Mirsad selefi olarak onu gösteriyordu, Fenerbahçe formasını giydiği ilk maçta Real Madrit karşısında Papadopoulos gibi çam yarması sınıfındaki bir uzun kendisini savunurken ve potaya arkası dönükken geriye sıçrayıp onun üzerinden vurduğu smaç ve sonrasında hiç ürkmeden her ribaunt mücadelesinde sezon boyunca savaşıp durmasıyla özgüveninin ne derece üst düzeyde olduğunu gösterdi.
Bence hiç bir zaman ''tamam oldu'' diyebileceğimiz bir kıvama gelemedi. Hücumlarda pota altına çok fazla girip çemberi görememesi, topu alıp çembere bakarken dizlerini haddinden fazla kırıp savunmacılarına pozisyonunu kaptma fırsatı vermesi, arkası dönük oyunu becerememesi gibi defolarını bir türlü gideremiyor. Tabii bunda geçen yılı tamamen kayıp bir sezon olarak geçirmesinin etkisi büyük. Özellikle Efes final serisinde sert savunma karşısındaki dağınıklığı bir yana savunmadaki tehditkar halini de hiç gösterememesi tam bir hayalkırıklığıydı hepimiz için.
Bu sezon onun için çok önemli. 2.14 boyunda ve o kadar uzun kolara sahip bir oyuncunun faul atması anatomik sebeblerle çok güç elbette ama bu düzeyde mücadele eden ve ülkenin NBA'e bundan sonra yollayacağı ilk isim olarak gösterilen bir oyuncunun yıllardır bu konuda kendisini geliştirememesinin de mazereti olamaz. 11 de 2 faul isabeti bulmasının da.
Geçen yılki kayıp sezonun en önemli etkeninin geçirdiği sakatlık olduğunu düşünelim. Ama bu yılı da kayıp hanesine yazar ve defolarını gideremezse geride bıraktığı sezonları değil kendisini o haneye yazmak durumunda kalacak.