Euroleague'de sezonu ligin kodomanlarından Barcelona'yla açıyoruz.
Euroleague'de önemli işler yaptığımız, değerli galibiyetler aldığımız ve artık Avrupa'nın bu en kaliteli ve en zor liginin zorluk derecesini kaldırabilen bir takım olabildiğimizi kanıtladığımız son 3 sezonda beceremediğimiz en önemli şey Euroleague'in zirvesindeki takımlarıyla oynanan 10'u aşkın maçtan 2'si hariç galibiyet çıkartamamış olmaktı.
Takımın Euroleague'de mücadele ettiği geride kalan 3 sezonda, deplasmandaki Partizan ve takımı çeyrek finale çıkaran maç olan İstanbul'daki TAU maçları dışında kendi sikletimizin üzerindeki takımlara karşı galibiyet alamamış olmak düşündürücü hatta bu maç öncesi de umut kırıcı olabilir ama yine de bu maç kazanılabilir.
Barcelona, Real Madrit'le beraber transfer döneminin en hızlı takımıydı. Geçen sezon bu kadar kaliteli bir kadro ve Euroleague'de final four hedefleyen bir takım için çok yetersiz bir koç diye küçümsenen Xavier Pascual başarılı bir sezon yaşadıktan sonra takımın başında kaldı ama kadroda yapılan önemli değişiklikler sonrasında henüz takımına derli toplu bir oyun karakteri verebilmiş değil.
Barcelona'yı İspanya süperkupasında ve ACB'nin geride kalan haftalarında gördük. Özellikle Lakoviç'siz oynadıklarında maçlarda tempoyu arttırıp, hızlı hücumlarla sayı bulamadıkları zamanlarda, hücumda sete yerleştiklerinde çok dağınık bir görüntü sergiliyorlar. Yerel liglerinde basketbol çok hızlı oynanıyor ve savunmalar Euroleague düzeyinde sert değil, bu sebeble savunmaya daha fazla önem verilen, oyunun daha sert oynandığı Euroleague'de bu konuda İspanya ligine oranla daha fazla sıkıntı çekeceklerdir.
Euroleague'in üst sınıf takımları arasında, İspanyolları yenebilmek PAO, CSKA gibi tüm dişlileri harika biçimde çalışan makinalara benzer takımları yenmeye göre daha olasıdır. Barcelona'nın oyuncu kalitesi ve derinlikli kadrosunu tartışmak bile anlamsız ama sadece onları değerlendirmeye aldığımızda onları yenebileceksek en uygun zaman Lakoviç'siz oyunlarıyla dağınık ve yeterince şuursuz oynadıkları bu zamandır diyebiliriz. Yalnız sorun şu ki; biz şu sıralar onlardan da dağınık ve bilnçsiz oynuyoruz.
Barcelona süperkupa finalinde de, oyunun sete yerleştiği maçın temposunun düştüğü ve özellikle de Real Madrit'in Prigioni önderliğinde oyuna nefes aldırdığı bölümlerde hep tıkandı. Lakoviç yokken organizasyon yeteneği olan, maç temposunu ayarlayan bir guarda sahip olmamanın sıkıntısını çekiyorlar. Viktor Sada'yı bu iş için kullandıkları oluyor ama onun düzeyi Euroleague'in çok altında kalıyor, Ricky Rubio ise topu rakip alana çok cabuk geçirip, mutlaka sayı olabilecek pozisyonları yaratan harika bir açık alan oyuncusu ama onda da savunmaya çabuk yerleşen ve yerleştimi de rakibine nefes aldırmayan savunmalara karşı başarılı olabilecek oyun zekasına ve tecrübeye sahip değil. Oyun yavaşlayınca sayı bulmak için tek seçenekleri Navarro'nun penetreleri oluyor ama onun içeriye dalmasına olanak sağlayacak yardımlar bile
yeterli olmuyor.
Ama buradaki kritik mesele bizim takımın, onların tekerine çomak sokacak türden düşük tempolu bir oyunu onlara kabul ettirebilecek sakinlikte oynayan, konsantrasyonunu hiç kaybetmeden ısrarla tempoyu koruyabilecek şekilde hücum ve savunma planlarına sadık kalabilen bir takım görüntüsü çizmemesidir.
Kinsey ve Lynn Greer zaten yeterince çabuk hücum eden, topu ellerine aldıkları anda mutlaka potayı düşünen oyuncularken Solomon'un Fenerbahçe'ye ara vermeden önceki 2 yılındaki oyununa, takımı oynatan, oyunun temposuna karar veren kimliğini yeniden kazanması belki bir çok sorunu çözecek ama onun bu kadar çok saçmalayıp, sürekli top kaybettiği, uzunların bir türlü istikrar sağlayamayıp bu kadar çok savunma ribaundu verdikleri bir ortamda Barcelona'yı yenebilmenin tek yolu olan onların hızını, temposunu düşürmeyi becermekte pek olası görünmüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder