Euroleague etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Euroleague etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2011 Çarşamba

Top 16 Değerlendirmesi


Top 16 kuraları çekildi; Grubumuz ve Top 8 şansımız üzerine kısa bir değerlendirme yapma vakti.
Öncelikle; elbette gruptaki takımların gücü ve kalitesinden öte, takımımızın Top 8 şansını belirleyecek olan en önemli etkenin sezon başından bu yana her maç ya bir vites yükselten yada bir vites düşüren istikrarsız halinden sıyrılıp, kadro kalitesinin ve tecrübesinin hakkını veren karakterini her maç ortaya koyması olduğunu belirtmek gerekiyor.

Sezon başında, takımın 3 guardından birinin halen sakat, diğerinin sakatlığından dolayı fizik yetersizliği oluşu ve nihayet bir diğerinin ise henüz takıma alışamamasından kaynaklı hücum organizasyonlarında şuursuz ve bilinçsiz bir takım görüntüsü verilmesinden bahsettik.
Ama neredeyse sezon ortasına gelinmişken halen bu sorunun tam anlamıyla çözülememiş olmasını aynı sebeblerle açıklayamayız. Maç içerisinde takıma taktik tahtasıyla değil daha çok motivasyon katkısıyla müdahale etmeyi tarz edinen Spahija’nın 1,5 yıldır set çizmek ve çalıştırmak konularında da sınıfta kaldığı düşüncesindeyim.
Hücumda, EL standartları için dribling, pas ve penetre yetenekleriyle yaratıcılık konusunda hayli iyi seviyelerde sayılabilecek 4 oyuncuya (Ukiç – Curtis – Bogdanoviç - Emir) sahipken, halen takımın özellikle sete set hücumlarda pozisyon yaratma sıkıntısı çekip, birebir zorlamalarla potaya gitme çabasında olması sadece oyuncuların bireysel performans eksiklikleriyle, form düşüklükleriyle, fizik olarak hazır olmamalarıyla açıklanamaz.
Bu takım belli ki, hücum seti yaratma ve çalıştırma konusunda pek becerikli bir koçun elinde değil.
Bu takımın en önemli hücum silahının rakip savunmaya yerleşmeden hücum edebilmesi olduğunu biliyoruz. Ama rakip savunmaya yerleştiğinde, savunma dengesini bozacak oyunları oynayamayan bir takımın EL’de başarılı olabilmesi mümkün değil. Hızlı hücumu en iyi oynayan Maccabi’nin bile ilk 10-15 saniyede pozisyon bulup şutunu atamadığı zaman, oynadığı onlarca farklı hücum seti var. Zaten onları 2 yıldır EL’nin en iyi takımlarından birisi yapan özellik ellerindeki çok sayıda yetenekli oyuncunun herbirinin hep en verimli olabilecekleri pozisyonda şutunu bulabilmesi, takımın hep bu pozisyonları yaratabilecek hücum portföyü zenginliğini çalışarak yaratabilmiş olmasıdır.
Bence bizim açımızdan şu an en önemli eksiklik tamda bu noktada.
Zaman zaman, takımın penetre edip potaya gitme konusunda eksiklik yaşandığından bahsediliyor zaman zaman ise son yıllardan farklı olarak çok az dış şut kullanıldığından. Aslında hücumdaki iki sorunun da temelindeki sorun, hızlı hücuma çıkılamadığında durarak hücum eden anlayı yatıyor. Topsuz oyunda Ömer Onan dışında kısalar pozisyon bulmak için koşular yapmıyor, Bogdanoviç biraz daha hareketli olsa da Ukiç-Curtis-Emir hep topu bekleyen, topu eline alıp penetre etmeye çabalayan oyuncular. Oysa kısaların Ömer Onan gibi savunmacısını peşine takıp base line dan koşu yapıp, şut pozisyonu için fırsat aramadığı, uzunlarının kısalarla ikili oyunlara girmediği bir düzende penetre etmek, rakip savunmanın dengesini bozmadığı için duvara toslamak anlamına gelir. Penetreyi yapan oyuncunun bitirişinde hem pas hem şut opsiyonu yoksa o penetre kötü bir tercihdir. Ki top elinde olmayan oyuncular bu kadar hareketsiz olunca penetre eden oyuncunun ne uzunlara ne kısalara pasla hücumunu bitirme şansı pek kalmıyor. Takımın EL’deki asist istatistiklerindeki kötü ortalamanın ve yapılan asistlerin bir çoğunda Emir’in harika oyun görüşünün damgası oluşunun en önemli sebebi de budur.
Bu takım, TOP 16’dan ötesini görmek istiyorsa, hücum seti çalışmalı, penetre, dribling, asist yetenekleri olan yaratıcı oyuncularına Ömer Onan’ın topsuz koşularla pozisyon alma becerisini nasıl geliştirdiği örnek olmalı. Uzunlar hücumda sadece arkasını savunmaya yaslayıp, alçak postta top bekleme devirlerinin gerilerde kaldığının farkına varıp, hücumun her saniyesinde hareketli ve ikili oyunların içinde olmaları gerektiğinin farkına varmalı.
Bu noktada kafamızı kurcalayan önemli hadise; Spahija tarzı oyuna set çizerek müdahale etmeyen bir koça sahipken sahada koç gibi davranmaktan ziyade sadece çok yetenekli bir skorer kimliğini kendine uygun gören Ukiç’in bu takımın birinci guardı olması sorunudur.
Takımı değerlendirirken, hücumdaki eksiklere çok vurgu yaptık. Bu takımın savunmada iştahlı ve savaşçı ruhunun takımı üst tura taşıyacak en önemli silahı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Ama bu sezon pota altında boyalı alanı kapatma becerisini gösteren Vidmar’ın savunma yaparken değil her gereksiz pozisyonda faul yapan savurganlığı devam ettiği, Gist’in savunma yapmaktan anladığı şeyin rakibe blok yapmak olduğu, Oğuz ve Kaya’nın güçsüz halleri devam ettiği sürece Top 16’da uzun savunmasında sıkıntı yaşamamız kaçınılmaz.
Gruptaki rakiplere gelirsek;
2. torbadan gelen PAO için bu sezon önceki sezonlara göre zayıf yorumuna mutlaka rastlayacağız. İnanmayınız; geçen sezon ilk tur maçlarından sonrada benzer yorumlara rastladık ama onlar tüm zamanların en fazla kazananı olan takımlarının kültürü ve en fazla kazanan koçlarının başarısını, EL’nin her daim kendi lehlerine olan hakem tavırlarıyla birleştirip şampiyon olmayı başarmışlardı. Düşük tempolu oyunun Avrupa’daki en başarılı temsilcisi oldukları tartışılmaz bir gerçek. Diamantidis gibi dominant ve her koşulda sakin kalmayı becerebilen bir oyun kurucu sayesinde her maçın her anında oyunun temposunu ve atmosferini kendi istedikleri düzeyde tutmayı başarabiliyorlar. Zaten onlar için başarının anahtarı tam da bu.
Diamantidis’in bu dominant karakterine rağmen, geçen yıl Barcelona deplasmanında henüz ilk periyotta 2. Faulünü alıp oyunun büyük bölümünde sahada yer almamasına rağmen o maçtan rakibi uyuta uyuta final four çıkartmış olmaları, Diamantidis gibi tüm takımın her maçın her anını istedikleri tempoda oynatma becerisini kazanmış olduğunun kanıtıydı. Onları alıştıkları düzeni maça hakim kılmaktan alıkoymak hiç kolay değil. Sadece Diamantidis değil, son 2 yıldır Diamantidis’le oynaya oynaya kendini aşan Nick Calathes, bir basketbol efsanesi Saras ve kısa boyuyla oyunbozan bir savunmacı olan top hırsızlığı konusunda sabıkalı Davis Logan’la çok dominant bir guard rotasyonuna sahipler.

3.torbadan EL’den çok Eurocup’ta görmeye alışkın olduğumuz geçen yılın Eurocup şampiyonu Unics Kazan geldi. Sezonun çıkış yapan ekiplerinden birisi oldukları doğru ama ilk tur gruplarında ligin bu sezon en zayıf iki takımı olan Prokom ve (üzülerek söylüyorum) U.Olimpija vardı. Bir diğer rakibi Galatasaray’ın EL’deki ilk sezonunu oynadığını düşünürsek bu çıkışa övgü düzmek konusunda temkinli davranmak gerekir.
Geçen yılın Eurocup kadrosuna önemli takviyeler yaparak EL’ye giriş yaptılar. Herhalde en önemli hamleleri Domercant gibi ritmini bulduğunda durdurulması çok güç bir hücum silahı olan ve yetenekleri kadar fizik gücüyle de rakip savunmaya zorluk çıkartan çok yönlü ve çok inatçı bir hücum gücünü kadrolarına katmış olmalarıydı. Domercant’ın bu sezon kendileri için çok kıymetli olan Siena deplasmanı galibiyetindeki katkısı müthişti. Onu durdurmak kolay değil.
Kazan’da koç Pashutin’in hücum planı öncelikle iyi bir savunmacı olan ama sayı opsiyonu fazla olmayan Samoylenko’yı topu getiren ve dağıtan oyuncu olarak kullanmak ve birebirde çok başarılı iki Amerikalı kısa Terrell Lydal ve Henry Domercant’la sayı bulmak üzerine kurulu. Domercant potaya yaklaşıp atmayı, Lydal içeriye doğru ilk adımı atıp sonra geriye çekilip şut atmayı daha çok seviyor. Her ikisi de sahadayken çok önemli bir hücum gücüne sahip oluyorlar. Bizim eski dost Lynn Greer bizdeki gibi orada da henüz ritmini bulamamış görünüyor. Yine de onun bir anda maçın seyrini değiştirecek hucüm hamleleri yapacak hücum potansiyelie sahip olduğunu biliyoruz. Kazan 1 ve 2 numaralardaki yetenek zengini oyunculara karşın 3 numarada daha sıradan ama yine de faydalı oyunculara sahip. Kelly McCarty maç içerisinde pek suya sabuna bulaşmaz görünen ama maç sonu istatistiklerine baktığınızda her şeyi biraz yapmış oyuncu olarak göze batar. 4 numarada eski Galatasaray’lı Mike Wilkinson şutör uzun olarak bize ters gelebilecek bir isim, Veremeenko ise hem hücumda pota altı oyunlarını iyi bilen hemde savaşçı kişiliğiyle ribauntlarda etkili olan bir oyuncu. Pivot pozisyonunda blok tehtidi güçlü bir ikilileri var. Jawai geçen yıl Partizan’da bu yıl Kazan’da gördüğümüz kadarıyla fiziğini kullanabildiği ölçüde pota altında etkili olabilen bir oyuncu. Potaya yaklaştırılmadığı sürece sorun yok, Aleksev Savresenko ise 2.15’lik bir oyuncuda olabilecek tüm defolara ve tüm ekstra özelliklere sahip.
Kazan özellikle iki skoreri Lydal ve Domercant’in omuzlarında yükselen bir takım. Özellikle EL’nin en uzak deplasmanında işler kolay olmayacaktır.
4. torbadan gelen rakibimiz için ne öngörülebilir bilmiyorum. Transferin en hareketli takımlarından biriyken yerel liglerinde hem Siena hem Cantu’nun gölgesinde kaldılar, EL’de hiçte beklenen başarıyı gösteremediler. Ama yine de acaba bu geniş ve yetenekli oyunculardan kurulu kadro Top 16’da patlama yapar mı düşüncesini taşımıyor değiliz. Koçları Scariolo’nun hatırı sayılır bir Eurocup kariyeri var ama EL kaderi toplama takımları adam etmeye çalışmak oldu. Gruplarda sadece 4 maç kazandılar, felaket kötü savunma yaptılar. Bir türlü oturmayan hücum düzenleri var. Daha fazla bir şey söylemeyelim. Scariolo bu takımı toparlayabilirse 4. Torbadan bu takımın gelmesine lanet okuruz. Ama zor.

8 Mayıs 2011 Pazar

En iyi takımla en keyifli takımın finali



Sezon boyunca bu sezonun en önemli şampiyonluk adayları olarak gösterilen Barcelona ve Olimpiakos'tan yoksun final four'da finale saatler kala kısa bir değerlendirme yapalım.
Önce PANA; takım sporlarında istikrarın, kazanma geleneğine sahip olmanın, sabırla çalışmanın önemini bir kez daha göstererek finale dek geldiler. Sezon başında Euroleague seviyesinde yerleri kolay kolay dolmayacak 2 yıldız oyuncusunu kaybeden, hedefledikleri şampiyonluk için oldukça sıradan bir kadroya sahip oldukları düşünülen, yaşanılan sakatlıkların da etkisiyle ilk tur gruplarından dahi zorlukla çıkan Yunan temsilcisinin DNA'sında kazanmak için gerekli her şeyin varolduğunu bir kez daha anladık.
Avrupa'da son 20 yılın kuşkusuz en başarılı takımı onlar ve yine Euroleague tarihinin en fazla kazanan hocasına sahipler. Bu süre içerisinde Avrupa basketbolunda savunmanın öneminin artması ve sertlik kavramının basketbol lügatına girmesiyle beraber Avrupa'nın en iyi savunma yapan takımı olarak koşullar ne olursa olsun, her daim zirveye oynadılar ve çok kez kazandılar.
Sezon başında Spanoulis gibi Avrupa'nın en yetenekli ve yaratıcı kısalarından bir tanesini kaybettiler, yerini zaman zaman EL seviyesinde bugüne dek pek fazla verim alamadıkları Drew Nicholas'la zaman zaman makine düzeninde işleyen Siena'nın önemli parçalarındayken PANA'ya transfer olan savaşçı, iyi bir takım oyuncusu, ceza şutlarının adamı olan ama Spanoulis gibi yaratıcı olmaktan çok uzak kalan Sato'yla doldurmaya çalıştılar. Avrupa'nın en güçlü, durdurulması en zor pivotlarından Pekovic'i kaybettiler, yerini doldurmaya çalışan Maric ve Voigioukas asla onun gibi pota altını tek başına dağıtacak etkinliği gösteremediler ama yine de bugün final oynayacaklar.
PANA'nın yıllardan beri en önemli özelliği oyunu düşük tempoda, sete sete oynamadaki becerileri. Sert savunmayla rakibi yıldıran, EL'nin kuşkusuz en iyi savunmacısı Diamantidis'le rakibin temposunu düşürüp, guardına öldürücü baskı yaparak oyun planlarını sabote eden, 40 dakika boyunca oyundan hiç düşmemeyi beceren, kader dakikalarını yine Diamantidi önderliğinde sakinlikle ve en efektif biçimde oynayabilen bu takımın kaybetmesi her zaman güç olmuştur.
bu sezonki görüntüleri sezon başından 8'li finallere gelene dek vasat seviyedeyken, Barcelona'yı kendi evinde oynanacak F4'ten ederlerkenki dirençli oyunları parmak ısırtan cinstendi.
Hele son maçta, takımın neredeyse herşeyi olan Diamantidis'in henüz 2. dakikada 2 faulle kenara gelmesi ve oyunun büyük bölümünde EL'de şampiyonluğa oynayacak hiç bir takımın kadrosunda düşünmeyeceği Nick Calathes'e emanet etmesine karşın Diamantidis'siz dakikalarda teslim bayrağını çekmemek için takım halinde direnen ve sonunda kazanan takım imrenilecek bir karaktere sahip.
Diamantidis ve Batiste'yi çıkarttığınızda bu oyuncu PANA'yı şampiyon yapar diyemiyorsunuz ama her biri takımı takım yapan unsurların arasında yer alıyor. Finalde maccabi yaratıcı oyuncularının fazlalığıyla rakibine üstünlük kurmaya çalışacaktır ama PANA takım olarak daha dirençli ve yenilmesi daha güç olan bir takım.
Onlar için kilit nokta, tempolu oyununa güvenen Maccabi'yi sete set oyuna mahkum edebilmekte.
Maccabi ise önemli bir değişim sürecine girdi. 2006'dan bu yana F4'ün uzağında kalıyorlar. Her daim önemli bütçelerle harika takımlar kurmalarına ve saha dışını da iyi yönetmelerine rağmen PANA kadar bu seviyeleri oynama becerileri ve deneyimleri yok. Yine de sezonun en başarılı ekiplerinden bir tanesi oldular. Bu sezon belki de Euroleague'in seyir keyfi en yüksek takımı onlar ama PANA'nın sezon boyunca sergiledikleri tempolu oyuna ve açık alanda yetenekli, yaratıcı, skor gücü yüksek kısalarının oyunu domine etmelerine kolay kolay izin vermeyeceği açık. Bu durumda Perkins'siz Pargo'nun çok sert ve konsantrasyonu yüksek savunma karşısında ne derece sabırla hücum edip takımını yönetebileceği ve yedeksiz durumundayken maçın ne kadar süresinde diri kalabileceği önemli. Ayrıca hızlı hücum edemedikçe Sofo dışında tam anlamıyla bir pivota sahip olmayan takımın pota altı savaşında PANA'ya yenik düşeceğini düşünmekte yanlış olmaz.
Gönlümüzün PANA'dan yana olduğunu söylemeden geçmeyelim.

3 Şubat 2011 Perşembe

Emir'den sonrası


Bizim grupta sonucunu merakla beklediğimiz maçta Olimpiakos-Valencia'yı rahat geçmiş, maçın sadece özetlerini seyrettiğimiz için hakkında fazla laf etmek anlamsız ama ilgi çekici bir istatistik var maçta.
Valencia'da bu sezon özellikle Tomas Kelati'nin takımdan ayrılışıyla doğan boşluğu en iyi biçimde dolduran kritik şutların adamı Rafa Martinez'in sadece 7 şut kullanıp 0 çekmesini geçen hafta Sinan Erdem'deki maçın son saniyesinde Emir'den yediği 2'si bir arada tadındaki blokların yarattığı sarsıcı etkiye mi bağlamalı bilemiyorum ama hem kullandığı şut sayısı hem de 0 sayı çekmesi şaşırtıcı.
Euroleague'de bu sezon, dünkü maça kadar her maçta sayı atarak, 11 sayı ortalaması tutturan Rafa Atina'da kendi adına sezonun en kötü performansını sergilemiş.

28 Ocak 2011 Cuma

Attığıyla olmasa da tuttuğuyla kazandırır

Nicedir bu çocuğun yüzünü gülerken görememiştik.
Martinez'e peşpeşe 2 blok yapıp maça noktayı koyup, maç boyunca sergilediği yürekli mücadelesinin ödülünü kendi elleriyle kazanınca sezon başından beri yüzüne yerleşen o gergin ve özgüvenini yitirmiş halinden sıyrıldı.
Bu çocuğa güvenmek, kendisine güvenildiğini hissettirmek gerekli.

26 Ocak 2011 Çarşamba

TOP 16 2. maçlar; Zalgiris-Olimpiakos


Bizim grubun ilk haftasının iki kaybedeni için stresi bol maç.
Zalgiris açısından İspanya deplasmanında kazanmak mutlak değildi ama Olimpiakos kendi sahasında Fenerbahçe karşısında yenilmeyi hiç ummuyordu.
Olimpiakos cephesi extra bir mağlubiyet aldığını düşünerek Litvanya deplasmanında mutlaka kazanmk zorunda hissederek çıkacaktır maça.
Sezon başında mali sorunlarla boğuşmasına karşın kadrosunu dağıtmamayı başaran Zalgiris doping testi pozitif çıkan Salenga'yı ve hedef yükselten Mirza Begic'i kaybederken CSKA'dan 2.20'lik Boban Marjanovic'i aldı. Marjanovic kendisinden beklentileri bir türlü karşılayamamış bir pivot, kalburüstü bir hücumcu ama savunmadaki hareketsizliği ve fiziksel dezavantajları sebebiyle yardıma hiç gidemiyor, büyük sorun yaratıyor. Olimpiakos affetmez bunları.
Son yılların balonları Kalneitis ve Delininkaitis iyi guard olamadılar, olamayacaklar gibi görünüyor. Olimpiakos'un en büyük gücü oyunun tüm gidişatını belirleyecek dominant guardlara sahip olmakken onları bu ikiliyle karşılamak zorunda kalan Zalgiris'in işi çok zor.
Tabii unutmamak lazım; Kaunas deplasmanı her daim zordur, Olimpiakos'un en önemli silahları tedosic ve Spanoulis maç zora girerse oyun takımlarının oyun aklını kaybetmesine sebeb olabilirler.
Bizim açımızdan da önemli maç, olaki Olimpiakos kaybeder o zaman grup liderliği dolayısıyla F4 daha somut bir hedef olarak belirir zihnimizde.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Valencia maçı


Değerlendirme için biraz erken ama hafiften havasına girelim maçın.
Olimpiakos'u deplasmanda deviren takım için Valencia rakip mi demeyin. Perşembe günü, şu an Avrupa'nın en formda ekiplerinden birisi karşısına çıkacağız.
Valencia'yı Pesiç öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırmak lazım. geçen yıl Spahija yönetiminde Eurocup şampiyonu olduktan sonra hem koçunu hem de genellikle ilk 5 başlayan 3 oyuncusunu kaybeden Valencia, sezona da berbat bir giriş yaptı.
Ancak onlar için Pesiç'in takıma getirilişi sonrası karanlıktan aydınlığa keskin bir geçiş oldu.
Aralık ayı boyunca ACB ve Euroleague'de oynadıkları 8 maçın 7'sini kazanıp sadece CSKA'ya kaybederken Ocak ayı içerisinde de Estudiantes yenilgisine rağmen çıkışını sürdürmeyi başardı.
Valencia için şöyle bir değerlendirme yapmak yanlış olmaz gibi.
Eğer Valencia koçu kadar takımsa hayli zor bir rakip ama eğer gücü oyun kurucusu kadarsa bu gruptan çıkmaları hayal.
Pesiç, berbat durumdaki takımı toparladı, takımına özgüven ve kazanma becerisi aşıladı, Valencia'nın savunma direnci onunla birlikte arttı. Ama Pesiç'in kısa sürede takımına katettirdiği yol takımın hücum kalitesini çok yukarılara çekmiş değil. Valencia halen hücumda çok fazla çeşitlilik üretemeyen, sıkıştıkça dış şuta yönelen bir takım.
Pesic kısa sürede takımını derleyip, toplasa da, onlara maç kazanmayı öğretse de halen çok eksikler.
Bir kere Omar Cook'un direksiyonunda olduğu bir takıma çok fazla güvenmemek lazım. Omar Cook deneyimi ve potaya gitme becerisiyle bazı maçlarda harikalar yaratıp, maç kazandırabilecek bir guard olabilir ama ona takım organizasyonunu emanet etmek çok doğru bir iş değil. Oyun zekası üst düzey bir oyun kurucu olamayınca gereksiz zorlamalarla top kayıplarına ve takımının hücumda dağılmasına yol açıyor.
Onun doğurduğu boşluğu bu sezon beklenenin üzerinde oynayan Rafa Martinez ve Nando De Colo ile dolduruyorlar. Rafa Martinez iyi bir atıcı, kritik şutları sokabilen bir el. Eurocup şampiyonu olan kadronun temel taşlarından birisi olan Tomas Kelati'nin yerini henüz tam anlamıyla dolduramadılar ama Rafa Martinez, Tomas Kelati gibi komple bir forvet olmasa da şutör yönüyle önemli işler yapıyor.
Nando De Colo ise takıma dinamizm ve hız kazandıran bir hızlı hücum silahı, yarı sahayı çabuk kateden, hızlı oyunu seven bir oyuncu ama Valencia kadrosuna hangi açıdan bakarsanız bakın göze çarpan temel eksiklik bu kadroyu oynatabilecek bir oyunkurucunun yokluğu.
Spahija'nın gelişiyle hız kontrolünü sağlamayı ve takımın ihtiyacı olan tempoyu tutturmayı artık becerebilen Ukiç'in Valencia karşısında takımını bir adım öne çıkartacağı açık. Ayrıca, Banvit maçında sakatlık yaşayan Kinsey'in de yakın ve bezdirici savunmasıyla özellikle De Colo'nun hızını kesmesine ihtiyaç var.
Rafa Martinez ve De Colo'dan bahsettik ama Savanovic belki de Valencia'nın hücumdaki temel aktörü. Sırp oyuncu, boş şutu bekleyip atan değil hücumda her daim hareketli olup, topsuz oyunda kendisini boşa çıkaracak perdeleri sürekli arayan ve kalbalıktan çıkıp şutunu bulan ve bulduğu zamanda sokan tehlikeli bir oyuncu. Bizim Tomas kolay feyk yemez, perdelemelere takılmaz, savunduğu oyuncunun dibine girip kolay kolay bire birde geçilmez yani böyle oyunculara pozisyon vermekte cimridir ama Savanovic 4 numarada oynadığı sürelerde başa bela olabilir. Bir de eli ısındığında peşpeşe atabilir, dikkat.
Pota altı savaşlarında bariz olmasa da önemli bir üstünlük kurarız gibi görünüyor. Bizim uzunlar çıkışta, Vidmar sonrası orada rollerin yeniden dağıtılması, Vidmar'ın omuzlarına yüklenmiş pis işlerin diğerleri tarafından üstlenilmeye başlanması zaman aldı ama artık Oğuz'un nihayet tam bir pivot gibi oynamaya başladığını, Kaya'nın faydalı olmaya başladığını, Darjus'un şut ritmini halen bulamasa da içeriden oynamaya daha fazla meyil gösterip savunmada en azından çaba gösterdiğini söylemeli.
Valencia Euroleague'in arkası dönük hücum etmeyi en iyi bilen, hücum aklı, oyun görüşü mükemmele yakın bir pivota sahip ama Javtokas'ın bu yeteneklerini yeteri derecede kullanabildiklerini söylemek pek mümkün değil. Yine de Javtokas ve atletik özellikleri, çabukluğu ve enerjisiyle önemli bir uzun forvet olan Victor Claver'e dikkat etmeli.
Aslında böyle sıralayınca Valencia'nın pek bir numarası yok gibi duruyor. Ama Pesic sonrası Valencia kolay teslim olan bir takım değil artık. Onlardan iyi oynasanızda skorun tam da kopacağı anlarda geri gelmeyi başarabilirler.

21 Ocak 2011 Cuma

TOP 16 ilk maçlar - E grubu




Top 16'da ilk maçlar dün gece sona erdi.
Kısa bir değerlendirme yapmalı.
E grubundan başlayalım; Sezonun performansı geçen yıllara oranla düşen takımlarından Panathiniakos ve Caja Laboral'ın bulunduğu grupta takımların ilk tur performanslarına bakınca ''kolay grup'' sıfatını hakediyor gibi durabilir ama unutmamak lazım ki, PAO Euroleague'de kazanmak deyince akla gelen ilk takımdır. Onlarda, bu sezona bir çok takım gibi eksikler, sakatlıklar ve yorgunluklarla başladılar. Ama ne olursa olsun Euroleague'in en agresif takımlarından birisi olan ve ligin kuşkusuz en iyi savunmacısı Diamantidis'in dümenini idare ettiği PAO mücadele ettiği her platformda şampiyonluk adayıdır.
İlk maçlarında Lietuvos Rytas'ı deplasmanda farklı yendiler. 1 ay kadar önce Litvanya'da Barcelona'yı yenen Rytas sezon başından bu yana kadrosunda rötüşlar yaparak buraya kadar gelebildi. SARAS'ın kısa süreli dönüşü onların ilk tur gruplarında Cholet'i altlarına alıp TOP 16'ya kalmalarına katkıda bulundu ama Saras'ın yoluna Fenerbahçe'de devam etmeye karar verişi sonrası mevcut kadrolarına Jasaitis takviyesi yapmaları onlara yetmeyecektir. Litvanya takımları her zaman tehlikelidir ama onların kadro kalitesi daha fazlasını yapabilecek durumda değil.
Bu grupta PAO kuşkusuz Spanoulis ve Pekoviç sonrası halen hücumda kalitelerini belli bir düzeye çekme sorunu yaşıyorlar. Perperoglou'nun yıldızları azalan ve darlaşan kadroda daha fazla sorumluluk alışı ve önemli sayılabilecek ölçüde skora katkı yapışı onlar için önemli ama halen Diamantidis ve Batiste sırtlıyor takımı. Kadroları geçen yıllara göre hayli dar, pota altı rotasyonları sıkıntılı. Skorer kimliğiyle oyunu domine edebilecek bir isim çıkaramıyorlar. Bu konuda Drew Nicholas gibi istikrarsız bir isme güvenmek ise risk.
Yine de, dediğimiz gibi PAO ismi, koç Obradoviç, Diamantidis ve Batiste'nin Euroleague'de anlamı ''kazanmak''tır.
Bu grubu ilginç kılan özellik herhalde 2 İspanyol takımının grupta yer alıyor oluşudur. Caja Laboral ACB şampiyonu olarak yeni sezona girişiyle ligin favorilerinden birisi olarak addedildi. Malaga ise önemli transferler yaparak başladı sezona ama her iki takımda beklentilerin altında performans gösterdi diyebiliriz. Malaga ligin en iyi guardlarından Terrell McIntyre'ı Siena'dan kopartarak bu sezon için kendisinden beklentileri yükseltmişti ama McIntyre ve Saul Branco'nun sakatlıkları, bir türlü oturmayan düzenleri beklentilerin boşa çıkmasına sebeb oldu. TOP 16'da onlar için belki de en önemli maçı oynadılar ve Caja Laboral'e kendi evlerinde yenildiler. PAO ve Caja Laboral'in arasından sıyrılıp grupta ilk 2'ye girebilmek artık onlar için hiç kolay olmayacak.
Caja Laboral geçen yıl yeni bir yola girip, kadroyu genç ve savaşçı oyuncularla yeniden yapılandırmış ve koç İvanoviç'in tecrübesiyle ACB'de şampiyonluğu Avrupa şampiyonunun elinden kapmıştı. İlk turda geçen yılki yeniden yapılanmanın ilk senesinde yakaladıkları bu başarıyı gölgede bırakacak bir performans bekleniyordu onlardan ama olmadı. Yine de Caja Laboral Malaga'yı da Rytas'ı da geride bırakıp PAO'yla beraber bu gruptan çıkacaktır.
Caja Laboral'da Malaga kaşısında ilk kez forma giyen Uruguay'lı Esteban Batista'nın 10 sayı 14 ribaundluk performansını es geçmek olmaz. Hücumda gayet iyi performanslar sergileyen Stanko Barac'da eksik olan savaşçı yön onda var.
Bu grupta PAO ve Caja Laboral sıralamada ilk maçlar sonunda elde ettikleri yerleri korurlar gibi görünüyor.

% 80

Grup maçlarında maç başına 17 üç sayılık atış kullanırken Olimpiakos maçında sadece 10 üçlük atan ve bunların 8'ini sokup % 80'lik oha dedirten bir isabet yüzdesi yakalayan Fenerbahçe'nin dünkü oyundaki kritik becerisi asla gereksiz şut atmamaktı.
Hücum sürelerini neredeyse sonuna dek kullanmaya çalışırken 24 saniye hücum süresini tüketip top kaybı yapıldığını da hatırlamıyorum. Yapıldıysa da 1 veya 2 defadır.
Büyük başarı, müthiş bir hücum konsantrasyonu.

Olimpiakos maçı sonrası


Sezon başından bu yana, bu takım için final four henüz çok erken ama bu ekip ve bu ciddiyetle yolun sonu açık, 2-3 sezon içerisinde final four takımı oluruz diyorum.
Dün akşamdan sonra bu takımı final four adayı olarak görmemek ayıp olur. Avrupa'nın en üst düzey organizasyonunun son finalistlerini hem de deplasmanda yenme becerisi göstermiş bir takım o ligin finalini de hakediyor demektir.
Benim asıl merak ettiğim şu, geldiği günden bu yana tempoyu düşürmeyi beceremiyor, frene basması gerektiği zamanlarda dahi çabuk hücum ederek oyunu koş koşa çeviriyor diye eleştirdiğimiz Ukiç nasıl oluyorda Barcelona ve Olimpiakos deplasmanları gibi tempoyu düşük seviyede tutmanın çok zor olduğu atmosferlerde bunu başararak oyunun galibiyetin anahtarını kilide sokan adam olabiliyor.
Onu yönetebilme becerisini gösteren, bir nevi onu farklı bir modda çalıştırmanın kodunu yazan adam Spahija'yı tebrik etmeli. Elbette Ukiç'in de Avrupa'ya dönüş sonrası kıtasına yeniden uyum sürecini artık atlattığını atlamamalı.
Teodosiç, Spanoulis ve Papaloukas gibi guardlarıyla bu mevkide belki de Avrupa'nın en zengin, en çeşitli guard rotasyonuna sahip takımı olan Olimpiakos karşısında hem de deplasmanda oyunun hiç bir bölümünde dümeni rakibin eline vermemeyi başaran takım şaşırtıcı yükselişine devam ediyor ama elbette bu takım şapkadan tavşan çıkartılırcasına yaratılmadı.
Bir kere, Aydın Örs ve Spahija ikilisinden evvel oyunculardan başlamalı. Karakterli oyunculardan kurulu, takım planlarına uymaktan gocunmayan, başarı payesini paylaşmayı seven oyunculardan kurulu bir kadro var. Kafalarda yapabileceklerinin üst sınırından daha ötesinin hayalleri var. Her koşulda direnç gösteren, yenilgiyi kabul etmemeyi takıma öğreten takımın temel taşları olan oyuncular var; Ömer ve Mirsad gibi. Takımın temel taşı olup herkesten az çalışmayı seçenler vardır bir de onlar gibi her ağır yükün altına girmeyi gönüllü olarak isteyenler.
Bu takımın misal Mrsiç gibi top eline gelip şuta kalktığında ''bu kesin girer'' dedirtecek şutörü yok diyorduk sezon başında ama Tomas gibi Emir gibi ekmeğini taştan çıkartan kısa forvetlerin takıma en belalı savunmalar karşısında bile pozisyon yaratabilme becerisi getireceğini düşünüyorduk. Yanılmadık. Her ikisi de ritm bulamayıp moralsiz günler yaşadılar, hele Emir'in sezon başındaki içi içini yiyen, dağılmış, özgüveni dibe vurmuş haline şahit olduktan sonra dünkü oyununu görmek oyuncuların elinden tutma becerisini gösteren teknik ve idari kodroya güvenimizi daha bir sağlamlaştırıyor.
Asıl ilginç olan, Barcelona ve Olimpiakos gibi geçen sozonun iki finalistini deplasmanda yenebilen Fenerbahçe'nin halen formsuz, ritm bulamamış oyuncularının olmasıdır.

4 Ocak 2011 Salı

Hey Gidi Günler


Bundan 8 ay önce Neven Spahija yönetimindeki Valencia tarihindeki 2. Eurocup şampiyonluğunu kazanıyor. O kadroyu başarıya taşıyıp, Valencia'nın Euroleague'de mücadele etmesini sağlayan koç Spahija gibi, Thomas Kelati, Kosta Perovic, Matthew Nielsen gibi önemli oyuncular başka Euroleague takımlarının yolunu tutuyor.

Valencia tepetaklak oluyor, Manuel Hussein yönetimindeki takım Euroleague'de ilk 5 maçının 4'ünü kaybediyor ve lige erken vedaya hazırlanıyor.

Takıma sihirli değnek tecrübeli koç Svetislav Pesic'in gelişiyle dokunuyor. Müthiş bir direnişle CSKA Moskova ve Milano'nun önünde grubu 4. bitirip TOP 8 için mücadeleye devam ediyorlar.

Şimdi yukarıdaki mutlu tabloyu yaratan isimlerden koç Spahija'nın Fenerbahçe'si ve Matt Nielsen'in forma giydiği Olimpiakos'la TOP 16 gruplarında mücadele edecekler.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Gençler Final Four


Erkek basketbol takımı için sezon başından beri, bu takım final four oynar diyenlere henüz çok erken 2-3 senesi daha var diyorum. Ama genç takım ağabeylerinden önce Euroleague'de final four oynayacak gibi.
Nike International Junior Tournament'in Roma ayağında grubunu 2 galibiyet 1 yenilgiyle lider kapatan genç takımımız bu akşam Siena ile final four'a çıkmak için mücadele edecek.
Geride kalan 3 maçta oyuncularımızın ilgi çekici istatistikleri şöyle;
Berkay Candan 104 dk; 39 sayı, 28 ribaund, 4 asist.
Erbil Eroğlu 70:10 dk; 19 sayı, 4 ribaund, 5 asist
Kerem Hotiç 69:30 dk; 38 sayı, 2 ribaund
Nuri Gül Güney 83:40 dk; 45 sayı, 23 ribaund, 6 asist
James Metecan Birsen 45:36 dk; 16 sayı, 11 ribaund 2 asist

27 Aralık 2010 Pazartesi

Nike International Junior Tournament

Şu sıralar gözden kaçan bir turnuva oynanıyor. organizasyon ULEB'e ait. Nike International Junior Tournament.
Gençlerin Eurolegue'i. 3 gün boyunca içlerinde Fenerbahçe'nin de olacağı 24 takım 3 ayrı şehirde her şehirde 2 gruptan 8'er takım olacak şekilde mücadele edip Mayıs ayında Barcelona'da yapılacak final four'a kalmaya çabalayacak.
Bizim gençler, Roma grubunda yeralıyorlar ve ilk maçlarını bugün İtalyan Benetton takımına karşı oynayıp kazandılar. 2 . maçta rakip bu akşam grubun favorilerinden Lietuvos Rytas.

Takımımızın ilk maç istatistikleri, turnuva kadrosu ve tüm gruplar şu şekilde.







ROMA GRUBU


L'HOSPITALET - İSPANYA GRUBU

BELGRAD - SIRBİSTAN GRUBU

24 Aralık 2010 Cuma

Eyvah Ruslar gelemiyor


Euroleague'de sezonun en büyük hayalkırıklığı hiç kuşkusuz CSKA'nın grubunda sonuncu oluşuydu. 2002-03 sezonundan bu yana tüm final fourlarda yer alan bir efsanenin, Avrupa basketbolunun kıt imkanlardan harikalar yaratmasıyla ünlü hocasıyla bir araya geldiği sezonda yaşadığı çöküş akıl alır gibi değil. Sezon hazırlıkları kapsamındaki Amerika turnesiyle takımı henüz sezon başlamadan yıpratan CSKA yönetimi bu çöküşün birinci elden sorumlusu sayılmalı.
Sezona kötü ve yorgun başlayan, peşpeşe yediği yumrukların etkisinden kurtulmayı başaramayan CSKA'nın bu çöküşünde takımın kilit oyuncuları Jr. Holden'ın rahatsızlığı, Siskauskas, Khrypa, Sasha Kaun'un sakatlıkları da önemli bir rol oynadı. Ama en kötüsü de Vujosevic gibi bir koçun görevine son verilmesi oldu.
Öte tarafta CSKA'nın hemşehrisi Khimki Moscow'da ışıltılı ve Eurolegue tecrübesine sahip oyunculardan kurulu kadrosuna rağmen ilk tur gruplarından çıkmayı başaramadı.
Sergey Monya dışında kadroda fazlaca sorumluluk alan Rus oyuncusu olmayan Khimki'de Amerika'lı guard Keith Langford normal sezonun MVP'si olurken onun dışında Tomas Kelati, Sergey Monya, Benjamin Eze, Zoran Planinic gibi üst düzey oyuncuları TOP 16'da seyredemeyeceğiz.

Yeniden doğuş


Öncelikle şu söylenmeli; Euroleague'de 4 yıldır kendisinden güçlü takımlar karşısında sürekli olarak ezilen, henüz maç başlarında havlu atan Fenerbahçe'nin bu sezon hem Siena'yı hem Barca'yı yenip grup maçlarını Barca'nın önünde kapatması bu takımın geleceği açısından çok önemli.
2. torba 3. torba tartışmasından önce bu takımın iddiasını göstermesi ve özgüvenini sağlaması açısından muazzam bir iş bu.
Özellikle Vidmar'ın sakatlığı ve her maçı aynı ciddiyetle oynamanın verdiği yıpranmanın etkilerinin ortaya çıkışı sonrası sezon başında bazı taraftarlarda oluşan ''bu takım kesin final four oynar şımarıklığı'' yerini ''bu takım zaten Euroleague için zayıf bir kadroya sahip'' düşüncesine doğru evrilemeye başlanmışken kader maçını farklı bir skorla kazanmayı başardı.

Cholet, bu düzey için güçlü bir takım olmayabilir ama karşısında oynamanın zor olduğu, ters bir takım. Onlara karşı hızlı hücum etmek çok zor, bir kere kolay kolay ribaunt vermiyorlar, geriye çok çabuk koştukları gibi geri koşarken bile her topa el sokuyorlar.

Onların atletik ve çalışkan görüntüleri her takım için başa bela ama dünkü maçtaki gibi onları bir kez çözdünüz mü arkası geliyor. Hücum silahlarının az, skor seçeneklerinin dar oluşu sebebiyle geri düştükleri maçları çevirmeleri zor oluyor.

Erman Kunter'in Fransa'daki maçta yaptığını burada da denemesi şaşırtıcıydı aslında. Yine Fenerbehçe'yi dış şut atmaya çağırdı ve yine Fenerbahçe peşpeşe kaçırmaya başladı. Henüz ilk 5 dakika dolmuşken yanlış saymadıysam 9 hücumda 6 üçlük kullanmıştı takım. Neredeyse tamamı boş şut olan 6 üçlüğün sadece 1'ini sokan ilk periyodun sonlarına dek tek bir asist dahi yapamayan takımın Ukiç'in dönüşüne rağmen oyun kurucu aklından yoksun oynayışı kaygı vericiyken, Spahija hiç durmadı hep denedi.

Hücumdaki bu şuursuzluğa çözüm için Greer'i, Kinsey'i çok erken kullanmaya başladı ama Cholet'nin Fenerbahçe'yi hücumda kitleyen oyununun çözülüşü Preldziç'in bu sezon ilk kez suratını düşürmeden sahada yeteneklerini sergilemesiyle, Oğuz'un pota altını dömine eden hücum aklını ortaya koyuşuyla ve Mirsad'ın Cholet'nin kavgacı uzunlarına onlar gibi oynayarak cevap verişiyle gerçekleşti.

İlk yarının ortalarına dek hiç asist sonrası sayı bulamamış olan takımın maçı 28 asistle bitirişi ilginç ve önemli bir nottu. Aynı şekilde Fenerbahçe'de en kötü sezonunu yaşayan Preldziç'in yaptığı 11 asist ve takımı oynatma becerisini yeniden sergilemeye başlaması dışında özgüvenini yeniden kazanmış oluşu gelecek için çok önemliydi. Tabii, Mirsad'ın bu sezon yaşadığı büyük değişime değinmeden olmaz. belki de kariyerinde ilk kez takım içinde bir lider gibi davranıyor, sorumluluk alırken alışılageldik sorumsuzluklarını sergilemiyor, hakemlerle diyalogtan bile kaçınıyor. Dün kendisine sinirlenip, topu üzerine fırlatan Kinsey'i bile hoşgörüyle karşıladı. Aslında ondaki değişim bir bütün olarak takım içerisinde bu sezon sağlanan havayla ilgili. Aydın Örs ve Spahija'nın takıma güven ve sevgi ortamı yaşattığı çok açık.

Bir kez öne geçtikten sonra maç boyunca Cholet'nin kendisine yaklaşmasına izin vermeyen bir ciddiyetle oynadı takım ama yine de sözkonusu olan TOP 16 gruplarından çıkmak olunca işlerin bu kadar kolay olmayacağını bilmek lazım.

Bir kere, halen Ukiç'in alternatifi yok bu takımda. Engin'in dönüşü muhtemelen TOP 16 maçlarının ortalarına denk gelecek ve uzun süren sakatlık sonrası ondan ne zaman verim alınmaya başlanıcak, bu belirsiz. İkincisi, Oğuz'un dün Cholet pota altına 7 faul aldırtıp, orayı dağıtmasına, Kaya'nın yavaş yavaş ritmini bulmasına aldanmamak lazım o bölgede TOP 16 süreci halen sancılı geçecek gibi. Pota altında ortalığı savaş alanına çevirecek oyuncu eksikliği mesela İtalya'daki Siena maçındaki gibi baş ağrıtan bir sorun olabilir.

TOP 16 gruplarıyla ilgili daha net bir değerlendirmeyi kuralar çekildikten sonra yapabiliriz ama bilmek lazım ki son sekize kalmak bu takım için kolay olmayacaktır.

19 Aralık 2010 Pazar

Sıkıntı var


Başlık Sergen'den, altını biz dolduralım...


- Aydın Örs ve Spahija başarıdan önce en zor anlarda dahi pes etmeyecek, kendinden güçlü takımlara diş geçirebilecek karakterde bir takım yaratmak istiyorlar. Bu bir geçiş dönemi, zor ve sancılı olacak. Bu süreçte Spahija takımı göz göre göre yıpratarak ilerliyor. Bu bilinçli bir tercih. Siena maçı artık kaybedilmişken acılar içinde sahada koşturan ve buna rağmen farkı kapatmak için çırpınan Ömer'i kenara almamasının başka açıklaması yok. 30 sayı gerideyken de, ligin en zayıf takımıyla oynarken de sahada direnç istiyor, takım her an her hücumda her savunmada maçın son 1 dakikasını oynuyormuş ciddiyetiyle mücade etsin istiyor. Takıma aman vermiyor. Vidaları sıktıkça sıkıyor. Kolay maç düşüncesini aklına getiren olmasın istiyor. Elbette mental olarak bu kadar yıpratıcı bir tutumu sürekli olarak devam ettirmeyecektir ama bu sezon bir geçiş süreci ve bu takım Euroleague'in kaymak tabakasındaki takımlarla her koşulda boy ölçüşebilecek seviyeye gelmeli. Oysa henüz onları sadece işler iyi gittiği zamanlarda yenebilecek durumdayız. Takım yıprandı ama yıpranırken de direnç kazanmayı öğrenecek, krizden kurtulmayı başaracak. Cibona Zagrep maçı öncesi tribünde Aydın Hoca'ya ''hocam Cibona dertli, Radoseviç'te sakatmış galiba'' dediğimde hoca ''böyle düşünmeyin, zayıf takım diye bir şey olmaz asıl bu maçlarda bizim işi ne kadar ciddiye aldığımız ortaya çıkacak'' gibilerinden bir şeyler söyleyip bizi bile hafiften azarladı. Düşünün artık takım içerisinde ipleri nasıl ellerinde tutuyorlar. O maçta atılan 100 sayıya sevinmek yerine yenilen 70 sayıya kızan Spahija'nın ve Aydın Hoca'nın öncelikli hedeflerinin takımda her an işini ciddiyetle yapan bir takım yaratmaya çabaladıkları ortada. Aksi taktirde yoğun maç programını düşünüp bazı maçlarda takımı daha sakin daha gevşek hazırlayabilirlerdi. Ama onlar Siena gibi 30 sayı öndeyken bile maç başındaki ciddiyetini kaybetmeden oynayan bir takım istiyorlar. Sabretmek lazım, sıkıntılı bir süreç bizi bekliyor ama yolun sonu aydınlık.
- Eldeki kadronun henüz Spahija'nın kafasındaki kadro olmadığı açık. Zamanla kadro derinliği ve kalitesi artacaktır. Greer meselesi çok konuşuldu. Spahija'nın onu aslında düşünmediği ama yüksek kontratı sebebiyle elde kaldığı falan. Greer kadrodaysa ondan nasıl faydalanabileceğiniz belli aslında. Sahaya çıktığında eğer topu karşı sahaya o getirmiyorsa şut ritmini çabuk bulabilen bir oyuncu, hücumda tıkandığınızda onun bire bir oyunlardaki yeteneğine güvenip kısa periyotlarla ondan faydalanabilirsiniz. Tabii savunmada onun arkasını başkaları toparlamak zorunda kalır. Ama topu karşı alana o taşıyacaksa, oyun kurma görevini ona verirseniz olmuyor. Hem takım hücum aklını kaybediyor hem de takımın şutuna güvenebileceğiniz ender oyuncularından birisini kaybediyorsunuz. Zaten Greer bir çok yönden takımın zayıf halkası gibi duruyor. Belki de hocanın kafasındaki takımın yaratılması sürecinde onunla yollar ayrılacaktır.
- Kadro derinliği Türkiye ligi için hayli fazlasıyla yeterli olabilir ama sözkonusu olan Euroleague olunca hele de Barcelona ve Siena galibiyetleriyle beklentileri arttırmışken 3 oyuncunun yokluğu takımı yetersiz kılabiliyor. Ön alanda baskının boğucu olmadığı maçlarda gerçek anlamda oyun kurucu olan 2 oyuncunun birden eksikliği sorun olmuyor ama takım bu savunmayı kıtanın en iyi yapan takımlarından birisi karşısında dağılıyor, kafası kesilmiş tavuğa dönüyor. Ukiç'siz takım 3 maçtır Greer'i, Preldziç'i, Can Maxim'i, Erbil'i hatta zaman zaman Kinsey'i ve Ömer'i oyun kurucu gibi oynattı ama yeterli verimi alamadı. Kritik bir süreçteyiz Cholet maçını ve ardından Türkiye ligindeki en iyi iki rakiple 1 hafta içinde oynanacak iki maçı Ukiç'siz kazanmak gerçekten çok zor. Greer ve Preldziç'in oyunkurucu oynamak zorunda kalmaları da onların daha fazla hata yapıp zaten kötü durumda olan morallerini iyice dibe batırıyor.
- Sezon başında bu takımın pota altındaki patlayıcı güç potansiyelini sorguluyorduk. Vidmar'ın yükselişi bu kaygılarımızı gidermiş olsa da onun sakatlığı sonrası pota altında ciddi zaaflar yaşadığımız herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Ağır ve yavaş ayaklara sahip uzunlarımız pick n roll savunmasında felaket, boyalı alan savunmasında positioning zaten kronikleşmiş bir sorun bu takım için. Boyalı alanda rakipler için bu kadar misafirperver olunca rakipler potaya daha yakın pozisyonlar yaratabiliyor, saçma, zorlama şutları daha az atıyorlar. Pota altı savunmasındaki bu direnç eksikliği ve o alanı kapatamamak aynı zamanda çok fazla hücum ribaundu vermeye de yol açıyor ki Barselona, Siena ve Karşıyaka maçlarında bu yüzden rakipler bizden çok daha fazla hücum kullandılar.
- Vidmar'ın sakatlığı sadece pota altı savunmasını etkilemedi. Aynı zamanda hücumda da ciddi sorunlar yaşanmaya başlandı. Vidmar yokken sadece Oğuz'un oynadığı sürelerde rakip uzunları arkasına alıp pota altına topun inmesine sebeb olan pivot oyununu oynayabiliyoruz. Bu olmayınca rakip savunmanın dengelerini bozmak zorlaşıyor. Lavrinoviç ve Mirsad'ın pota altına girmekten çok şutu tercih etmeleri normal. Bu durumda son 2-3 maçtır aldığı süreler arttıkça kendini bulan Kaya'nın 4 numaradan çok 5 numara özelliklerini ortaya koymasını beklemekten başka çare yok gibi. Ama nereden bakılırsa bakılsın pota altında bu kadar dirençsiz kalıp, rakiplere bu kadar çok hücum ribaundu verirken ellerine aldıkları her topu önce potaya atmayı düşünen, savunmada eksik hücumda çoğu kez dağınık iki 4 numaraya sahip olmak sıkıntı yaratıyor.
- Tomas'ı beğenmeyenlere asla katılmıyorum. Transferinden önce bu takıma gelmesini istediğim 3-5 oyuncudan birisiydi. Spahija'nın sisteminde ekmeğini taştan çıkartan skorere ihtiyaç var. Tomas hücumu savaşaşarak yapıyor. Klasik catch n shot skoreri değil. Penetresi, ikili oyunları, fizik mücadelesiyle ve oyun zekasıyla deliyor, dengeleri bozuyor ve yaratıyor. Ama bazen kendisini pure sutör sanıp saçmalamaya başlıyor. Onu yüksek yüzdeyle atacak , kritik anlarda her attığını sokacak bir şutör olarak görmemeli, zaten takımda böyle bir şutör yok.
- Bu takım beklentileri çok arttırdı. Euroleague'de final four lafı çok erken dillendirilmeye başlandı. Oysa yaratılmak istenen takımın henüz ilk nüveleri ortaya çıkıyor. İşler yolunda giderken Barselona'yı bile deplasmanda yenebilen bir takım olabilir eldeki ama ilk kriz anında topu rakip alana taşımakta bile zorluk çeken yanlarını da görmek lazım.

17 Aralık 2010 Cuma

Sezonun ilk ağır mağlubiyeti


Siena mağlubiyeti sonrası öncelikle şunu söylemeli; bu ligde sezonun ilk 4 maçında 2 final four adayını mağlup ettiğinde bu takımın bu sezon şampiyonluğun en önemli adayı olduğunu düşünenler kadar, takımın dünkü mağlubiyetle dejavu yaşayıp geçen seneki hüsran günlerine geri döneceğini düşünenler de yanılıyorlar.
Sezon başında bu takım için her şey yolunda gitti, Aydın Örs'ün dönüşünün takım içi disiplinden şubede sevgi ortamının yeniden tesis edilmesine dek zincirleme etkiler yaratması yadsınamaz bir gerçek ama takımın yükseliş dönemi boyunca sezon başında yaşanan Engin sakatlığı haricinde önemli sakatlıklar yaşamadığı, dolayısıyla koçun oyun planını ve kafasında dağıttığı rolleri etkileyebilecek eksikliklerin olmadığı da bir gerçek.
Vidmar'ın sakatlığı sonrası işler zaten sezon başındaki kadar iyi gitmezken bir de grubun en zorlu rakipleri karşısına çıkarken takımdaki tek alternatifi zaten sakat olan Ukiç'in sakatlığıyla eksikten öte tüm planları alt üst olmuş şekilde çıkmak zorunda kalan bir takım kaldı elde.
Dün alınan farklı mağlubiyet kimseyi yanıltmamalı, bu takımın sezon başında gösterdiği kazanma direnci, mağlubiyeti kabul etmemek gibi Euroleague savaşında yer almak için gerekli olan karakterinde bir bozulma yok.
Dünkü maçı şöyle değerlendirmek daha doğru olur; işler yolunda giderken, Euroleague'de yenemeyeceği takım olmadığını ispat eden bu takımın işlerin kötü gittiği bir dönemde henüz bu ligin en üst düzey takımlarının olduğu yere ulaşmak için katedilecek yolu olduğunu gösterdiği bir maçı seyrettik. Bu konunun ayrı bir yazı konusu olduğunu söylemek kaydıyla maça dönelim.
Maçı sunan Murat Kosova salonun soğukluğunu diline dolamıştı hatta atkı, şapka, palto kombinasyonuyla maçı sunduğundan bahsediyordu bir de Greer ve Preldziç'in henüz ilk çeyrekte yaptıkları 5 top kaybında ayakta durmakta güçlük çektiklerini görünce maçın buz pistinde oynandığını düşünebilirdiniz. Maç aslında olabilecek en kötü senaryoyla başladı.
Ukiç'in yokluğu bu takım için zaten büyük bir dert.
Geçen hafta Barselona maçında bileğinde ağrılarla oynarken her zamanki deliciliğini sergileyememişti, maç boyunca rakip savunmanın dengesini bozmakta zorlanırken onun sakatlığının etkilerini hissetmiştik. Dün daha kötüsü oldu, topu rakip alana bile taşımakta zorluk çekerek başladık. Değil şut pozisyonu yaratmak hücum bile edemiyordu takım. Birebir hücumu çok iyi olan ritmini bulunca kısa bir periyotta kendi pozisyonunu yaratarak atacağı sayılarla maçın gidişatını değiştirebilecek Greer takımın 1 numarası olarak her başladığında yaptığını yine yaptı, topu erken tuttu, baskıda bunaldı, bozuldu ve onun eline bakan takım top hücum alanına dahi taşınamayınca çaresiz kaldı. Oysa ilk dakikalarda hücum edebildiği zamanlarda uzunlarının bugün oyunu domine edebileceği izlenimi veren bir takım vardı sahada ama ilk dakikalar bir basketbol maçından çok bir futbol maçını andırıyordu. Ancak bir futbol maçında oyun bir takımın yarı sahasında oynanır. Greer ve sonrasında Preldziç'in top kayıpları sayesinde garip bir görüntü aldı maç. Zaten Siena ilk dakikalarda farklı bir skorla gerisine düşmeyi isteyeceğiniz son takım olur. İtalya liginde neredeyse tüm maçlarında henüz ilk yarıda devasa farklarla öne geçtiği için olsa gerek hep önde oynamayı iyi bilen buna karşılık savaşçı kimlikleriyle fark ne olursa olsun gevşemek nedir bilmeden oynamayı ilke edinmiş oyunculardan kurulu bir ekipler.
Abondene olarak başlamak bir de üstüne üstlük skorerlerinin topu rakip alana taşımaktan korkar hale gelip mental olarak maçtan kopmaları kalan dakikarda maçı çevirmenin çok güç olacağını belli ediyordu. Yine de denediler, alan savunmasına geçip dış şutları riske ederek Mc Calebb'in başa dert olan penetrelerini kestiler, tempoyu düşürüp hücumda paniklemeden, içeri top indirerek farkı eritmeyi başardılar ama rakip başka takıma gitse acaba oynayabilir mi dediğiniz ama Siena'nın kusursuz yapısında harikalar yaratan savaşçıların aynı zamanda ince işler yapabilen zanaatkarlara dönüştüğü bir takım.
En kritik anlarda, Stonerook her Fenerbahçe maçında olduğu gibi yine bizi deli eden savaşçılığıyla çıktı karşımıza, David Moss ve Carraretto tam yakaladık dediğimiz her pozisyonda kritik üçlüklerin hepsini soktular.
Kaybettik, sezonun ilk ağır yenilgisi oldu bu ama yine de kader bu takımın sezon başından bu yana sergilediği çalışkanlığını ödüllendirircesine Barselona'nın Litvanya'dan eli boş dönüşünü hediye olarak verdi.

23 Kasım 2010 Salı

Rytas oyuncuları, Zalgiris Kaunas maç istatistikleri.


İstatistikler, Euroleague'deki bugün karşılaşacağımız Lietuvos Rytas'ın Litvanya ligindeki son maçından. Zalgiris Kaunas'a 85-60 yenilmişler.
Bajramoviç'in sakatlığı sonrası pota altında hayli sorunlu oldukları su götürmez bir gerçek. Ama asıl mühim nokta El-Amin'in verimlilik puanı.
-2'yle maçın en kötü oyuncusu olmuş. El-Amin'in tek başına maç kazandırabilecek bir oyuncu olduğu gerçeği tartışılamaz ama o derece tartışılamayacak olan bir gerçek daha var El-Amin'in oynadığı takımlar onun verimsiz ve kendine yontan oyun kuruculuğu altında asla hücum düzenlerini oturtan takımlar olamazlar.
Yine de, El-Amin ve Saras'lı bir Lietuvos Rytas ilginç bir rakip olacak. Karşısında Euroleague'in bu sezonki en baskılı kısa savunmasını gören El-Amin'in ve ölüsü bile Avrupa'nın en iyi skorer guardlarından birisi olarak kabul edilebilecek Saras'ın performanslarını merakla bekliyoruz.

21 Eylül 2010 Salı

Euroleague ön eleme maçları B grubu




Diğer gruptaki denk güçlere karşın bu grubu Khimki domine edecek gibi görünüyor.
Geçtiğimiz yıl Euroleague'deki ilk sezonu için ciddi paralar harcayıp oldukça iddialı bir giriş yapan Rus ekibi TOP 16'ya çıkmasına karşın orada tutunamamıştı. Rus takımlarının klasik hastalığına tutulup önce yüksek rakamlı kontratlar yapıp sonra da maddi sıkıntılar içerisine girince Euroleague'deki ilk sezonları hayli sıkıntılı geçti.
Ama buna rağmen yatırımı kesmeyip devam ediyorlar.
Geçtiğimiz yıl, kariyerinin önemli bölümünü ACB'de geçirmiş olan koç Scariola ve 2 İspanyol guardı Cabezas ve Raul Lopez önderliğinde hızlı, tempolu basketbol oynayan Rus ekibi bu yıl iki iyi guardından Cabezas'ı kaybetti. CSKA'dan Planinic ve Valencia'dan çok hareketli bir hücumcu ve keskin bir şutör olan Kelati'yi aldılar ama yine de Cabezas'ın oyun zekasını arayacaklardır.
Siena'nın savaşçılarından Benjamin Eze ve Dinamo Moskova'dan Sergy Monya diğer transferleri.
Bu grubu bizim için ilginç kılan Banvit'in Euroleague'e katılacak 3. Türk takımı olma şansını kovalayacak olması. Geçen sezon Euroleague'de kendinden beklenenin üzerinde performans gösterip vatandaşı PAO'ya TOP 8 yolunda çelme takan Maroussi'nin katılım hakkından feragat etmesi sonrası Ukrayna temsilcisi Budivelnyk'in doğrudan üst tura çıkacağı grupta Banvit ilk turda Avrupa'da eski günlerini arayan Le Mans'la karşılaşacak, Le Mans'ı geçmeleri durumunda yine bir başka Fransız Asvel ve Karadağ'lı Buducnost eşleşmesinden gelecek takımla oynayacaklar. Asvel geçen yıl Euroleague'e iddialı biçimde hazırlanmış olsa da skor gücü zayıf, atletik ama şutu kötü oyunculardan kurulu takımıyla hayal kırıklığı yaşamıştı. Fransız basketbolunun temsilcilerinden bu yılda fazla bir şey beklememek lazım. Bunun yanısıra Avrupa basketbolunun önümüzdeki yıllarda çıkış yapması beklenen ülkelerinden Karadağ'ın temsilcisi Buducnost'un genç kadrosuyla sürpriz yapması beklenebilir.
İnatçı ve oyun disiplininden kopmayan Karadağ'lılar bence Khimki'den sonra bu grubun favorisidir.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Euroleague ön eleme maçları A grubu


Euroleague'de grup maçları öncesi, gruplara katılacak son 2 takımı belirleyecek eleme maçları bugün başlıyor. İki grupta üçer tur oynanacak ve her iki gruptan birer takım Euroleague gruplarının bu sezonki 31. ve 32.katılımcıları olacaklar.
Euroleague grupları için son vagona atlamak isteyen takımları oldukça zorlu bir yol bekliyor.
A grubunda yer alan takımlar B grubu takımlarına oranla güç olarak birbirlerine daha denk gibi görünüyor.
A grubunda ilk eşleşme, Fransız Chorale Roanne ve Alman Alba Berlin arasında. Geçen yılın Eurocup finalisti Alba Berlin gerçek liginin Euroleague olduğu düşüncesinde ve yeni transferleriyle bu ligde mücadele edebilmek için kalifiye olabilecek bir kadro oluşturmuş gibi görünüyorlar. Geçen yılın takımını neredeyse baştan aşağı değiştirdiler.
Geçen yıl, Eurocup finalinde kaybettikleri Valencia'nın guardı Marko Marinoviç ve eski oyuncuları Amerikalı Hollis Price'ı aldılar. Takımın en yaratıcı oyuncusu konumundaki, çok hareketli ve ritmini bulduğunda durdurulması güç ve agresif bir hücumcu olan Jenkins'i de bu rotasyonun içinde sayarsak ön eleme grupları içerisindeki diğer takımlara kıyasla hatırı sayılır güçte bir guard rotasyonuna sahip oldukları söylenebilir.
Geçen yıl bizim buralarda Antalya'da oynayan Famerling'i ve bir 3 numara için oldukça sert ve güçlü bir fiziğe sahip olan, Kızılyıldız'da son bir kaç yıldır sergilediği başarılı performansla Euroleague takımlarının sürekli olarak ilgisini çeken Dragicevic'i de kadrolarına kattıklarını düşünürsek Alba Berlin'in Euroleague'e katılmak için ne kadar iştahlı olduğunu anlayabiliriz.
Albatrosların, kendisinden çok daha düşük bütçeli Chorale Roanne'ı geçmesi sürpriz olmayacaktır. Hatta sonraki iki eşleşme sonrası gruplara kalan takım olmalarıda...
Grubun ilgi çekici bir eşleşmesi ise son yıllarda Adriyatik liginin oyuncu yetiştirme fabrikası gibi çalışan Sırbistan temsilcisi Hemofarm ve İsrail basketbolunun yeni nesil ümit vaadeden oyuncularını kadrolarında barındıran Hapoel Gilboa arasında.
Hemofarm, Sırbistan ve Adriyatik liginin zorlu ve sert atmosferinde son 3 yılda ikisi Sırbistan biri Adriyatik liginde olmak üzere toplam üç final oynamış bir takım. 2007'de 19 yaş altı Dünya Şampiyonası'nı kazanan Sırbistan'ın altın jenerasyonunu oluşturan takımda onların yetiştirdiği Milan Macvan ve Stefan Markovic vardı bu oyuncuların yanısıra Petar Bozic, Boban Marjanovic gibi Sırp basketbolunun yeni nesil yıldızları Hemofarm'da yetişti. Euroleague'de mücadele ettikleri taktirde bu oyuncu fabrikasının çok daha verimli çalışacağını tahmin etmek güç değil.
Kazan ve Alba Berlin'den birisinin bu gruptan çıkacağını beklerken Hemofarm'ın aradan sıyrılıp yetenekli gençlerini Euroleague arenasında görücüye çıkarmaları ihtimalini de gözardı etmemek lazım.
Bu grupta, ilk turda en kolay kurayı çeken takım ise Unics Kazan oldu. Rusya liginde Khimki'yle beraber CSKA'ya kafa tutan Tatarların bu sezon için kurdukları kadroya bakarsak Euroleague'e katılmayı ne kadar önemsediklerini anlarız. Kariyerinde 2 Euroleague şampiyonluğu bulunan eski CSKA'lı guard Zakhar Pashutin'i kadrolarına katarken uzun rotasyonu için Euroleague takımlarından oyuncular almayı başardılar Maccabi'den Lasme ve Partizan'da özellikle geçen yıl önemli bir gelişme kaydeden Vranes'i aldılar. Rakiplerinin basketbolla pek ilgisi olmayan bir ülkeden Hollanda'dan olmasına bakarsak ilk turu rahat geçerler diyebiliriz. Hatta bir üst turda grubun diğer ayağında Hemofarm ve Alba Berlin birbirleriyle karşılaşırken onlar Çek temsilcisi Nymburk ve Belçika temsilcisi Spirou Basket'ten biriyle oynayacaklar. Bu iki takımında Kazan karşısında tutunabilmeleri güç görünüyor.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Küçük dev adamın yükselişi


Siena'nın Bo McCalebb'i, Euroleague'in son 4-5 yıldaki en başarılı guardlarından Mc Intyre'ın yerine transfer etmesi transfer sezonunun en ilginç hamlelerinden birisi oldu.
2 yıldır ha dağıldılar ha dağılacaklar diye beklenen ama bir biçimde mevcut ve birbirine sıkı sıkıya bağlı kadrolarını elde tutmayı başaran İtalya şampiyonu açısından geçen yıl beklendiği kadar iyi geçmedi.
Son 10 yılda yaptıklarıyla ''Siena modeli'' adlı mütevazi bir gelişim modeli ortaya çıkaran, Euroleague'in dev bütçeli ekipleriyle başa çıkacak bütçelere erişmesi hayal olan bizim memleketin takımları için Euroleague'de başarı için izlenebilecek belki de en doğru yolu çizmiş olan italyan ekibi için son bir kaç yıldır iyice yoldan çıkan dev bütçelerle baş edebilmek en büyük sorun.
Zaten geçen yıl İtalya ligini yine silip süpürmüş olsalar da Euroleague'de final four mücadelesinin uzağında kaldılar.
Geçen yıl makine gibi işleyen sistemlerinin oyun zekasıyla en önemli dişlilerinden birisi olan Kaukenas'ı kaybettiklerinde onların tıkır tıkır işleyen sistemleri için endişelenmiştik. Ama işler bu sezon daha da kötüye gidebilir.
Euroleague'in en izlenesi takımlarından birisi olan Siena geçen yıl Kaukenas'ı kaybettikten sonra kısa rotasyonunda bu yıl da önemli kayıplar yaşıyor, Romain Sato'nun gidişi onlaraçısından önemli bir kayıp. Bireysel yetenekleri her daim tartışma konusu olan ama birarada müthiş işler yapan Siena kadrosunun, son 4 yıldır, çabukluğu, oyun zekası ve asist becerisiyle maestrosu konmundaki Mc Intyre'ı kaybetmek ise gıptayla bakılan bu model takım için hakikaten acı bir durum.
Siena, Mc Intyre'ın yerini doldurabilecek bir guardı alabilecek bütçeyi ayıracak olsa zaten onu kaybetmezdi. Bu koşullarda kendi yükselişleri gibi harika bir yükseliş hikayesine sahip Bo McCalebb'le anlaştılar.
Sadece 2 yıl önce Türkiye liginin orta sıralarına tutunma mücadelesi veren Mersin BSB'de forma giyen, atletik özellikleri, sayı potansiyeli ve çabukluğuyla göz doldursa da üst düzey bir oyuncu olacağı konusunda pek bir ışık vermeyen Ammerikalı oyuncunun Partizan'a transfer olması bir çoğumuzu şaşırtmışken, geçen yıl Partizan'ın Euroleague'de final four oynamasındaki katkılarıyla şaşkınlığımızı bir kat daha arttırdı.
Final four da, Vujoseviç'in safkan Yugoslav takımında, Partizan'ın alışılagelmiş oyunundan farklı bir stile farklı bir basketbol anlayışına sahip guardı olarak yaptıkları takdire şayandı. Mc Intyre gibi bir oyuncunun yerini doldurmak kolay olmasa da, Siena topraklarında her oyuncunun yeteneklerinin üzerinde işler yapabildiğini unutmamak lazım. Kaldı ki, Mc Intyre'ın Siena'da Avrupa'nın en iyi guardlarından biri haline gelmeden önce parlak bir Avrupa kariyeri olmadığının, tanınırlığının İtalya yerelliğiyle sınırlı olduğunun altını çizmek lazım.
İlginç ve beraberinde soru işaretlerini taşıyan bir transfer.
Bo McCalebb'in yükselişinin devam edip etmeyeceği bir kenara, kan kaybeden Siena'nın güçlü modeliyle dev bütçeli takımlara rağmen Avrupa'nın zirvesi için mücadeleye devam edip edemeyeceği soruları da sezon boyunca sorulacak gibi.